27 Şubat 2009 Cuma

Tezer Özlü'den...

"Bütün yaşama cesaretimi ölülerden alıyorum.Anlatılarında yaşadığım ölülerden.Bu kahrolası dünyayı, yaşanır bir dünyaya dönüştürmeyi başarmış ölülerden.Dünyanın ihtiyacı olan,her olguyu vermiş,söylemiş yazmış ölülerden."


"Ama insanın gerçek yeteneğini,tüm yaşamını,kanını,aklını,varoluşunu verdiği iç dünyasının ,olgularının sizler için hiçbir değeri yok ki... Bırakıyorsun insan onları kendisiyle birlikte gömsün.Ama hayır,hiç değilse susarak hepsini yüzünüze haykırmak istiyorum.Sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla,namus anlayışınızla,başarı anlayışınızla hiç bağdaşan yanım yok.Aranızda dolaşmak için giyiniyorum.Hem de iyi giyiniyorum.İyi giyinene iyi yer verdiğiniz için.Aranızda dolaşmak için çalışıyorum.İstediğimi çalışmama izin vermediğiniz için.İçgüdülerimi hiçbir işte uygulamama izin vermediğiniz için.Hiçbir çaba harcamadan bunları yapabiliyorum,birşey yapıldı sanıyorsunuz.Yaşamım boyunca içimi kemirttiniz.Evlerinizle.Okullarınızla.İşyerlerinizle.Özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz.Ölmek istedim,dirilttiniz. Yazı yazmak istedim,aç kalırsın dediniz.Aç kalmayı denedim,serum verdiniz.Delirdim,kafama elektrik verdiniz.Hiç aile olmayacak insanla biraraya geldim,gene aile olduk.Ben bütün bunların dışındayım..."
'' Yalnızca seninle yatarken sadığım sana. bu bile fazla...''
'' Asalet ve rütbe ile ilgili kavramları hiçbir dilde öğrenmeyi başaramadım...''
'' Herhangi bir yerde, herhangi bir zamanda yaşamım bitti. Bilmiyorum, nerde, ne zaman. Ve işte o bittiği yerde başladı. Acının sonunda. Acı ile... ''

"Her ceset sen, ben ya da biz olabiliriz. Arada hiç fark yok. Eğer yaşıyorsak, bunu bir başkasının
kirletilmiş cesedine borçluyuz. Bu nedenle her savaş bir iç savaştır. Her şehit, yaşayan canlıya benzer ve ondan ölümünün hesabını sorar."
“Yaşamımın annemin ve babamın yaşamıyla bir ilintisi olmadığını düşünüyorum. Bir ana ve babadan olma değilim. Bir yaban otu gibi Anadolu yaylasında bittim. Doğumum bile bir kökünden kopma idi. Köklerimi hiç aramadım. İçerisinde severek yaşayabileceğim arka dünyalardan kopma köklerim olabilirdi. Annem ve babam gibi, tüm kentler, ülkeler, günler, geceler, her gökyüzü de yabancı kaldı bana. İnsanlara daha fazla yaklaştıkça bu saydıklarımdan daha fazla uzaklaşıyorum. Gökyüzünden, onun ışıklarından, gün batımlarından, karanlıklardan ve bulutlardan, kendi çıktığım karanlığa ulaşıncaya kadar onlardan uzaklaşacağım. “ (Batı Günlüğü, sayfa: 16)
''...Onların dünyasında iniş çıkışlar bu denli büyük değil.Onların dünyasında çoşku delilik derecesine varmıyor.Onların dünyasında bunalım ölüm korkusuna,belki de ölüm isteğine dönüşmüyor.Onlar yemek yemeyi her zaman seviyor.Düzenli yemek yiyorlar.Duygusal coşkular yemek gibi beslemiyor onları.Onlar işlerine inanmış.Onlar “başkaldırmayı” savunurken,belli bir düzenin akışındaki yerlerini korumaya çalışıyorlar.Onlar, dolmuşa biner gibi evlenip, iner gibi boşanmıyor.” (Leo Ferre’nin konseri, sayfa: 41)
"On yaşıma kadar,çevremi,özellikle çevremdeki sessizliği kavramaya çalıştım...Yirmi yaşım ile otuz yaşım arasında aklın bittiği yerleri ve çıldırmanın sınırlarını aradım...Otuz yaşım ile kırk yaşım arasında ne akıllı ne de çılgındım.Dünyayı kavradığımı sandım...Kırk yaşındayım.Bugün, gecenin bazı saatlerinde kitlenin anlamsız gürültüsü içinde boğuluyorum...Kendimi öldürmeye çalışıyorum..Özlemlerim kalmadı. Bıraktım.Hepsini kendi ve benim dünyamı anlamaları için bıraktım...Ve bana ölümsüzlerin sonsuz acıları kaldı." (Kalanlar, arka kapak)
"Her anı ölüdür.Şimdi sen de bir anısın. Sen de ölüsün. Her zaman benimle birlikte olan, birlikte taşıdığım, yaşadığım sözcüklerime dönmem gerek. Sözcüklerim olmadan, o gökyüzüne nasıl dayanabilirdim. O caddeye, o geceye, gecelere, uykuyla uyanıklık arasında öyle yatıp uyuyamadığım için sinirlendiğim ve herşeyi düşünüp, kalkıp düşündüklerimi sözcüklere çeviremediğim gecelere. Ya da uykunun ölümsü derinliğinde var oluşumuzun küçüklüğünü algıladığım gecelere. Bu yaşam, beni ancak içimde esen rüzgarları, içimde seven sevgileri, içimde ölen ölümü, içimden taşımak isteyen yaşamı, sözcüklere dönüştürebildiğim zaman ve sözcükler, o rüzgara, o ölüme, o sevgiye yaklaşabildiği zaman dolduruyor."(yaşamın ucuna yolculuk)
"İnsan yirmi yaşında ya toplumun akılla bağdaşmayan düzenine girer ya da var olur"


"Düzen ve güven kadar ürkütücü bir şey yoktur.Hiçbir şey.Hiçbir korku... Aklını en acı olana,en derine,en sonsuza atmışsan korkma.Ne sessizlikten, ne dolunaydan,ne ölümlülükten,ne ölümsüzlükten,ne seslerden,ne gün doğuşundan,ne gün batışından.Sakin ol.Öylece dur.Yaşamdan geç.Kentlerden geç.Sınırları aş.Gülüşlerden geç.Anlamsız konuşmaları
dinle,galerileri gez,kahvelerde otur -artık hiçbir yerdesin."
"Her söylenen söz, bir biçimde insanın kendi kendini onaylaması. karşındakine bişey anlatmak istese de, gene kendi gerçeğini, bilmişliğini ya da doğru algılayışını kanıtlamak için söylenen sözler. bir bedenin üzerinde dolaşan her el,kendi bedenini okşamak istercesine dolaşıyor öteki bedenin üzerinde."
''Hayat yaşanmadığı kadar vardır,ötesi ya hafızadaki anı ,ya hayaldeki ümittir. Hüsranı ise tek
bir yerde kabul edebilirim,yaşamak mümkünken yaşamamış olmakta.''
'' İnsanın başkalarına söyledikleri kendi duymak istedikleridir.Yazdıkları, okumak istedikleridir. Sevmesi, sevilmeyi istediği biçimdedir.''
''Yaşamaya belki de herşeyin bittiği bir yerde başladım. ..''
''Bittim,yaşamımı kapattım...''

25 Şubat 2009 Çarşamba

Megri Hejar,lütfen megri...

DTP Genel Başkanı Ahmet Türk partisinin Meclis grup toplantısında Kürtçe konuştu. DTP grubunda alkışlarla desteklenen konuşma nedeniyle TRT 3 yayını kesti. Türk, Meclis grup konuşmasının bir bölümünü Kürtçe yaparken, Başbakan Erdoğan’ın Diyarbakır mitingi sırasında "atom karınca" olarak tanıttığı Kutbettin Arzu ile ilgili "sessiz böcek" tanımlamasında bulundu. Türk 21 Şubat’ın Dünya anadiller günü olarak kutlandığını belirterek "Bizim Türkiye’de resmi dilin Türkçe olmasına herhangi bir itirazımız olamaz, ancak yerel yönetim gibi, eğitim alanı gibi, basın yayın alanı gibi, ya da yerel meclisler gibi alanlarda Kürtçe üzerindeki bütün yasakların kalkması ve Anayasal güvenceye bağlanması talebimizin de son derece gerçekçi bir insani talep olduğunun anlaşılmasını istiyoruz."diye konuştu.





MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, DTP Genel Başkanı Ahmet Türk'ün meclis grubunda Kürtçe konuşmasına sert tepki gösterdi.
Bahçeli olayı, "Bu gazi Meclis'e yapılan bir ihanettir. Başbakan Davos'taki duruşunu şimdi de göstersin." dedi.



.....................


Şükran Güngör ve İsmail Hakkı Şen'in değerli hatırasına ;









2002 Antalya Altın Portakal Film Festivali - En iyi film (Handan İpekçi)
2002 Antalya Altın Portakal Film Festivali - En iyi senaryo (Handan İpekçi)
2002 Antalya Altın Portakal Film Festivali - En iyi yardımcı erkek oyuncu (İsmail Hakkı Şen)
2002 Antalya Altın Portakal Film Festivali - En iyi yardımcı kadın oyuncu (Füsun Demirel)
2002 Antalya Altın Portakal Film Festivali - Jüri Özel ödülü (Dilan Erçetin)
2002 Kahire Uluslararası Film Festivali - En iyi senaryo (Handan İpekçi)
2002 Kahire Uluslararası Film Festivali - Gümüş Piramit (Handan İpekçi)
Ticket to Jerusalem (2002) ile beraber.
2002 Köln Akdeniz Film Festivali - En iyi senaryo (Handan İpekçi)
2003 Uluslararası İstanbul Film Festivali - Ulusal Yarışma Halkın Tercihi ödülü (Handan İpekçi)



Filmin konusu; Bütün yakınlarını kaybeden küçük bir Kürt kızı Hejar ve bir yargıç emeklisi olan Rıfat Bey'in İstanbul'da kesişen öykülerini konu alıyor. Küçük bir Kürt kızı olan Hejar bir akrabası tarafından bir avukatın evine bırakılır. Ancak bu evde kalan iki militan, polisin baskını sonucu öldürülünce Hejar karşı daireye, cumhuriyet ilkelerine son derece bağlı emekli bir hakim Rıfat Bey'in evine kaçar. Artık, Türkçe bilmeyen Hejar ile Kürtçe bilmeyen Rıfat Bey aynı evde yaşamaya başlar.



Ekşisözlükten;



'' milli güvenlik kurulu genel sekreterliği toplantısının konusu "kitle iletişim araçlarının toplum üzerindeki etkileri ve alınması gereken önlemler"di. konu handan ipekçi'nin yönettiği "büyük adam, küçük aşk" filmine gelince tansiyon bir anda yükseldi. kültür bakanlığı'nın desteğiyle çekilen film vizyona girince bazı çevrelerin yoğun eleştirileri olmuş, "filmin kimi sahnelerinde bölücülük propagandası yapıldığı, ayrıca türk polisinin işkenceci ve yargısız infazcı gibi gösterildiği" öne sürülmüştü.toplantıyı yöneten orgeneral Tuncer Kılınç,(hani Ergenekon davasından alınıp da serbest bırakılan ) kültür bakanlığı'nın sağladığı kaynakla böyle bir filmin nasıl çekildiğini öğrenmek istiyordu. kültür bakanlığı müdürü, filmin yapımcılarının onlardan habersiz senaryoyu değiştirdiklerini söyleyip sözlerini şöyle bağladı: "gerekli çalışmaları başlattık. filmi yasaklatacağız." bu sözlere kılınç'ın tepkisi ilginçti: "sakın ha, filmi yasaklayalım demeyin. zaten vizyona girmiş, olabildiği kadar gösterilmiş. şimdi çıkacak bir yasak konuyu tekrar gündeme getirir, filmin propagandasının yapılmasına ve yeniden gösterilmesine zemin oluşturur." (kaynak: ben rtuk ba$kaniyken) ayrica; (bkz: operation hollywood)
(huger, 10.04.2006 23:57) ''



'' bir akşam yemeğinde, küçük hejar yine "anne anne" diye ağlamaya başladığında, rıfat amca onu sakinleştirmeye bir türlü muktedir olamayınca, evine temizliğe gelen sakine'yi arıyor ve kürtçe "ağlama"nın nasıl söylendiğini soruyor.telefonu kapattıktan sonra hejar'ın yanına gidip, kızın oluk oluk akan gözyaşlarını dindirmek için ona "megri" diyor, "lütfen megri!".bir akşam yemeğinde de bu sefer efkârlanma sırası ihtiyardadır. rakısından bir yudum alırken rıfat amca, karşıda, salon duvarına aslımış olan karısının gençlik portresiyle göz göze gelir. merhum eşi ve onu zor koşullarda okutan anası gelir aklına. ve ağlar..bu gözyaşları inatçı kürt kızı hejar'ın direncini kırmaya yeter de artar. rıfat amca'nın elini tutar ve ardı ardına bağırır: "ağlama, ağlama!"anlatılmak istenen şey o kadar güzel ifadelendirilmiş ki, insan olanın yüreği sızım sızım sızlar bu filmi izlerken. evet, belki ülkemizdeki mevcut durum genel hatları itibariyle tıpkı filmde anlatıldığı gibi, ama diliyorum ki, sonumuz da filmin sonu gibi olmasın. ki bu da yine bizim elimizde. irademizi ve tercihlerimizi rasyonel bir şekilde kullanmak yine bizim elimizde.--- (krasotkin, 24.05.2006 04:33) ''



'' film “bulutları beklerken” de olduğu gibi dokunup geçmez sadece. öncelikle izleyicilere karakterleri tanıma ayrıcalığını verir yönetmen. bu sayede kim bunu niye yaptı şimdi gibi sorularla meşgul olmadan hikaye iliklere kadar hissedilir. insan dediğimiz günlük hayatında yaptıkları ya da yapmadıklarından oluşan bir toplam değildir. yönetmen handan ipekçi de geridönüşler bile kullanmadan öyle ayrıntılar serpiştiriyor ki sahnelerin içine, karakterlerin etten kemikten varlıklarından öte dünyalarına dokunulabiliyor, duyguları hissedilebiliyor. yönetmen aynı bir müzisyen gibi bastığı her notada, akılda ve gönülde eş zamanlı titreşimler yaratıyor. hikaye anlatımı da, müziklerin kullanımı da, oyunculuklar da bir şahane. zaten kadroda şükran güngör, yıldız kenter, füsun demirel gibi çok güçlü isimler var. hejar’ı canlandıran dilan erçetin’i gerçekte hejar olduğuna, normal hayatında dilan diye birini oynadığına inanacak kadar başarılı buldum. filmin yönetmeni handan ipekçi yasaklarla boğuşmak zorunda kalmış olsa da, ikinci filminde böyle bir başarı yakalamış bir hikaye anlatma üstadının bu tarz engellerden dolayı pes etmemesi temenni edilesi.


ayrıntıya girecek olursak rıfat’ı pek sevimsiz buluyorum uzun müddet. daha ilk sahnelerde evine arama için giren polise, yani evinin mahremiyetini işgal eden polise bağırıp çağırarak kıyametleri kopardığı halde başkalarının yani karşı dairenin mahremiyetinin işgal edilmesi, oradaki insanlarız sorgusuz sualsiz öldürülmesi pek asabını bozmuyor hatta içten içe oh olsun diyor belki. nasıl ki kimlikler arası kavga ufacık bir pencereden gösterilmeye çalışılıyorsa bize, yargıcımız da kapının ufacık deliğinden izliyor olanı biteni.peki o evde kimler vardır? o evde militan görünüşlü ve polisi görünce silaha sarılan 2 kişi, onlara yardım etmeye çalışan bir avukat, ve amcası tarafından yoksulluktan kırılmasın diye o avukata bırakılan hejar vardır. üç ceset çıkar evden; hiçbiri çocuk değildir. hejar saklandığı dolabın kapağını açar ihtiyatla, çatışmanın izleri vücudunda yürür yürür ve küçücük deliği olan kapının önünde durur. yargıcın evdeki işlerini yapan temizlikçi sakine görür onu önce, sonra da rıfat. içeri alır rıfat hejar’ı, başına geleceklerden habersiz olarak kabul eder evine bu küçük kızı. ama kız ne zaman ki kürtçe konuşmaya başlar işte o zaman rıfat’ın gözünde bir çocuk olmaktan çıkar. kolundan yaralanmış, ölesiye korkmuş, minicik bir çocuk değildir o. hejar bir kürttür. bütün varlığı bir yana o bir kürttür. rıfat öylesine milliyetçidir ki evde kürtçe konuşulmasına dahi izin vermez. aslında bir kürt olan sakine bile rıfat’ın korkusundan kızla kürtçe konuşamaz. dillerini bilmediği daha önce hiç tanımadığı insanların arasında yalnızdır hejar.kendi sorunları da vardır rıfat’ın. kendi içinde çelişkilerle boğuşur. çevresindekilere ama aslında kendine inat huzur evine yerleşmeyi düşünmektedir. huzurevi yolunda “herkes ait olduğu yere gidecek” derken hejar’ a aslında kendini kastetmektedir. yalnızlığından kaçmaya çalışırken eskiye ihanet etmekten korkar. bir kendine aşık olan alt komşusunun kendine hediye ettiği tabloya bakar muzip muzip ardından da utanarak rahmetli karısının siyah beyaz fotoğrafına. halbuki alt komşu müzeyyen hanım rahmetli kocasının fotoğrafını çoktan çekmeceye kaldırmıştır. apartmandaki çatışmanın ardından “polis devleti mi hukuk devleti mi” diye başlık atar daktiloyla. ne yazacağından bence emin değildir. kürtlere bu kadar karşıyken kendini bir kürt çocuğunun sevgisiyle teselli olurken bulur. o yüzden bırakamaz hejar’i, evdeki yalnızlığı öldüren bu küçük kızı. zaman geçtikçe hejar kürt bir çocuktan çok bir çocuk olmaya başlar rıfat’ın gözünde. acıkan, bitlenen, çişi gelen, oyun oynayan, salıncakta sallanmak isteyen, annesini özleyen, kedileri seven bir çocuk. rıfat değişiyor mudur? rıfat farkına mı varıyordur? o huysuz aksi ihtiyar bir çocuğun elleriyle hayatı yeni baştan öğreniyordur sanki. hejar'ın varlığıyla rıfat'ın hayatındaki çelişkiler yumağı önce daha bir dolanmış ardından düğüm düğüm çözülmeye başlamıştır.


keder ve yalnızlık ırk tanımaz, coğrafya tanımaz, farklı dillerde de olsa, farklı şekillerde de olsa aynı şekilde kalp büker, aynı tuzlu tat yakar genizleri. hejar kederinden ağlar, annesini özlemiştir, kendi diliyle konuşup onu anlayabilecek insanları özlemiştir. teselli etmeye çalışır rıfat ama evrensel değil işte dil dediğimiz unsur. anlamaz hejar, ağlamaya devam eder. rıfat sakine’yi arar artık: “ağlama ne demek kürtçede sakine” diye sorar. işte orası filmin kırılma noktasıdır. rıfat’ın hejar’ı olduğu gibi kabul ettiği sahnedir. evde kürtçe konuşulmasına dahi tahammül edemeyen bu eski toprak, küçük bir çocuğu teselli etmek istemektedir. hangi dilde olduğu mühim değildir artık: “megri, lütfen megri…” daha sonraki bir sahnede rıfat televizyonda yayınlanan terörizm haberlerini izledikten sonra hesaplaşmaya girer devletle ve kendiyle. “biz bozduk insanları” der üzüntüyle. bu itiraf öyle büyük bir ağırlık taşır ki, yıllardır devleti her şeyin üstünde tutan rıfat bu ağırlığı kaldıramayıp ağlamaya başlar. bu sefer teselli etme sırası hejar’dadır. “ağlama” der Rıfat’a türkçe. “ağlama..”



yalnızlık kimlik tanımaz, ama bazı kimlikler yalnızlığı çok iyi tanır. hejarlık, rıfatlık çok iyi bilirler yalnızlığı. yalnızlığı paylaşmanın aynı coğrafyayı bile paylaşmaktan zor olduğu bir yerde büyük bir adamla küçük bir aşk karşılaşır. “–lik”ler atılır sırtlardan geriye “kim”le “kim”lere sarılmış sevgi kalır.
(luthien dark, 16.12.2008 17:12) ''


.......................




Rıfat bey: insanlar bozuldu.

Hejar: ağlama

Rıfat bey: insanları bozduk.

Hejar: ağlama

Rıfat bey: biz bozduk. dengeyi bozduk. doğayı bozduk. herşeyi bozduk

Hejar: ağlama...




......................





Ufak bir anekdot;

31 Ocak 2005'de yaşama veda eden tiyatro ve sinema sanatçısı İsmail Hakkı Şen, Suç ve Ceza oyununun sergilenişi sırasında babasının ölüm haberini alınca sahnede uzun bir tiradı okurken hıçkırarak ağlaması nedeniyle ayakta alkışlanmış... Okuduğumda çok etkilendim...
''Büyük adam küçük aşk ''filmindeki oyunculuğuyla karşımda gerçekten de yoksulluk ve çaresizlik içerisinde bir adam görmüştüm.Bu ülkenin hep geri planda kalmış bu büyük ve değerli sanatçısına Tanrı'dan rahmet dilerim.



















23 Şubat 2009 Pazartesi

Kamikaze ile Hara-kiri

Anlamını daha iyi verebilmek adına üşenmeden Vikipedi'den copylediğim ''Kamikaze'' şu demek ;Türkçe'de genellikle II. Dünya Savaşı sırasında Japon İmparatorluğu'nun Müttefiklere karşı intihar saldırısı yapan havacılarına verilen ad.

Kamikaze pilotları bilinçli olarak bombalar, patlayıcılar, torpidolar veya çok miktarda yakıtla yüklü olan uçaklarını
Müttefik gemilerine çarparak alışılmış bir saldırıya kıyasla çok daha fazla zarar vermeyi amaçlardı.''

Bi de ''Hara-kiri'' var ki aslında ''seppuku'' yani japoncada ''karnı yarmak '' anlamına gelen ,iç
organların dışarı çıkmasını sağlayan bir tür Japon intihar ritüelidir diyor yüce Vikipedi.
Seppuku ayrıca hara-kiri (腹切り, "karın-kesmek") olarak bilinir.


Bunları copyledikten sonra gelelim ''Kamikaze ile Hara-kiri '' aşkının(!) nasıl olabileceğine... Bu ülkede her ne yaşanıyor ve yaşatılıyorsa,böyle analar ve ablalar,böyle aileler varsa,böyle aşklar (!) olması da kaçınılmazdır...

Hikayeye başlamadan önce,Kamikaze'nin genellikle nasıl bir aile yapısı içinde ne şekilde biçimlenebileceğine göz gezdirmekte fayda olduğunu düşünüyorum.Zaten aslında konunun özü de orada yuvalanmakta.

Kamikaze'ler genellikle şöyle bir hayat öyküsünden gelirler;

Aşağıdaki örnekteki Kamikaze , tekne kazıntısı olarak,en son çocuk olarak doğmuştur ve ezile ezile ,un ufak olması için bu olmazsa olmaz bir şarttır ama bu örnek başka başka aile yapılarına da uyarlanabilir.Bu oyunun en temel piyonu, ailedeki baskıcı, bencil ve oyuncu kadın ya da kadınların sadece kendilerini sevmeleri için yetiştirecekleri bir adet Kamikaze ...
.................


Kaynanasının baskısı altında ezilen gelin,kendini korumak adına kurnaz davranmak durumundadır.Bunun için de türlü entrikalarla yoğrula yoğrula,kaynanaya karşı bir koloni oluşturmak için doğurdukça doğurur.Doğurmak adeta tuvalete gitmek gibidir artık onun için...Hele her doğan çocuk kızsa vay geldi başına! Bir de bakarsınız oğlanı bulmak için 5 tane kız yumurtlamış bile...Ama o da ne?Bu kadar çırpınma sonucunda kaynanasına gerim gerim gerinmesini sağlayacak oğlan çocuk doğmasın mı?

Kızlar elinin tersiyle bir tarafa atılır,o oğlan iyice salak ve bencil edilinceye kadar pamukcuklara sarılarak büyütülür.O kadar sarıp sarmalanır ki sonucunda şımarık,dediğim dedik bir erkek olmaması için hiçbir sebep yoktur...Her dediği kanun olur vs vs vs...Derken alışmış don,popoda durmayacağı üzere kazara bizim Kamikaze dünyaya gelir.O da erkektir,onun da pipisi vardır ama gelin görün ki yıllarca pamukcuklara sarmalanarak, agresif,şımarık bir oğlan çocuğu olarak büyütülmüş ağbinin dokunulmazlığından fenalık geçiren kakılmış ablalar bu minik Kamikaze'yi tıpkı bir hamur gibi ellerinde yoğurmaya gizli bir and içerler.Şımarık pamukcuk ilk göz ağrısı ağbiye yaptıramadıkları ne varsa bütün hırslarını bu zavallı Kamikaze'den çıkarırlar.Kamikazemiz ailedeki kadınların bütün isteklerine yanıt vermek üzere programlanarak yetiştirilen ,uslu mu uslu, her zaman onlara biat etmesi gereken,en ufak sorunlarında bütün işini gücünü bırakıp koşması icap eden; ablalara,aileye hiçbir zaman ''hayır'' demeyecek olan bir erkek olarak büyütülür.Evet evet onun da pipisi vardır ama bu pipinin uysal olması,ağbisi gibi asi ve agresif olmaması gerekmektedir.

Kamikazemiz öyle bir büyütülür ki gizli emele ulaşılmış; sevgi kisvesi altında hiç uyandırılmadan aile kadınlarının oyuncağı kıvamına getirilmiştir artık .İnsan hiç gıkı çıkmayan, hiç bir şeye itiraz etmeyen;gerekirse ablaları için uçurumdan bile kendini atacak, sevimli, kurma düğmeli bir oyuncağı sevmez de ne yapar? Çok seviyorlardır Kamikazeyi...Hayatını gizli gizli yönetip, kastedecek ; bütün özgürlüklerini elinden alacak kadar çok seviyorlardır.Her fırsatta ''seni seviyoruz Kamikazeee!'' diyorlardır.

Kamikaze bu sevginin sahici bir sevgi olduğuna o kadar inandırılır ki asla bu kadınların elinde oyuncak olduğunun ayırdına varamaz.

Bu öyle vazgeçilmez bir oyuncaktır ki Kamikaze'nin kendine ait bir yaşamı olmasına asla izin verilmez.O hep seyretmelidir...Hep ablalarının hayatlarını seyretmeli ve mutlulukla el çırpmalıdır.

Hele bir evlenmeye kalksın, aile kadınlarının elinden alınır oyuncağı. Kim onlara basit oldukları halde ,basit olmadıklarını hissettirecek? Kim güzel olmadıkları halde hayranlıkla onları seyredecek? Kim bütün suçlarına ,pisliklerine rağmen onlara sevgiyle kucağını açacak,koruyup kollayacak? O sebeple derhal ellerinden alınan oyuncaklarını geri almaları gerekmektedir.Bunun için ana erkil yapıdan çok da iyi öğrendikleri entrikalar,planlar sahneye sürülür ve Kamikaze'lerini ellerinden alan her kimse ona karşı top yekün gizli bir savaşa girişilir.Bunu öyle ustalıkla,öyle tereyağdan kıl çeker gibi yaparlar ki Kamikaze bu onu çok sevdiğini sandığı kadınlar tarafından kurtarıldığını düşünerek,minnet duygularıyla geri döner oyuncak olmaya...Kolları açıp ,''Seni seviyoruz Kamikaze ''derler...Seni çookkk seviyoruz...



Bu öyle bir Kamikaze haline getirilmiş inançtır ki hayatında başka biri olduğunda her gün arayan,her gün ama her gün onun özel hayatını ,ilişkisini yormaya,yıkmaya çalışan bu kadınlar, Kamikazemizi ,yani oyuncaklarını türlü entrikalarla geri aldıktan sonra artık eskisi kadar arayıp sormadıklarında,yapayalnız evine gelip de bir çorba dahi kaynatmadıklarında bile sorgulamaz bu sahtekarlığı...

Ta ki Kamikaze'nin hayatına kazara biri daha girinceye kadar...İşte o zaman yine başlar bu kadınların ecinli mesaileri...Oyuncak tekrar tekrar geri alınır...


Böylece ,Kamikaze oyuncakları hep ellerinde kalır.Başları mı sıkıştı? Derhal Kamikaze yetişir imdatlarına.Birisi tavuklarına kışşt mı dedi? Derhal Kamikaze atılır düşmanların üzerine...Kocalarının ve hiç bir erkeğin ve hatta hiç kimsenin sevemeyeği kadar sever; kimsenin inanmayacağı kadar inanır Kamikaze bu kadınlara.Onlar da Kamikazeyi çookk severler çoookk...

Tek bir şartla; Kamikaze'nin asla kendine ait bir hayatı olmayacaktır.Hep onları düşünecek ve hep onları,onların çocuklarını,çocuklarının hayatlarını seyredip duracaktır Kamikaze...Sadık,sessiz ,efendi bir seyirci...Gerektiği yerde alkışlayan,gerektiği yerde ''atıl kurt!'' olan ateşli bir fanatik...Bu dünyada eşi ve benzeri olmayacak derecede rol yeteneğine sahip ,oscar ödülünü bin kere hak edecek ölçüde iyi birer oyuncu olan bu kadınların yegane Fun clupper'ıdır Kamikaze...

Bir de Hara-kiri kadınlar vardır.Bunlar gider ,öküzün teki gibi bu Kamikaze'leri bulurlar...Hayatlarının en büyük hatasını yapıp,Kamikaze'leri bu mezalimden kurtarmaya yeltenirler.Oysa bir tiyatro oynanmaktadır;alan da memnundur,satan da... Kraliyet ailesinin kadınları oyuncu, Kamikaze ise onların tek sadık seyircisi...Bu oyun hiç bitmeyecek,perde asla kapanmayacaktır.

Bir Hara-kiri asla ve asla bir Kamikaze'yi kurtarmaya çalışmamalı,onu bu zavallı kaderine terketmelidir.Aksi halde Hara-kiri , hayatının hara-kirisini yapmış olur.

Zavallı Kamikazeleri kurtarmaya çalışan Hara-kiri'lerle dolu etraf...Yani özgürlüğün olmadığı yerde aşkın da olamayacağını bilmeden , ''aşık olduğunu sanan '' ne kadar çok Kamikaze ve ne kadar çok Hara-kiri var...

Oysa kurguya uymuş ve oyuncak olmuş seyirci hayatları yaşayanların sonu ,mutlu son değil,her türlü intihar...






19 Şubat 2009 Perşembe

küçük tanrılar...

Bu gece,seni nasıl parçalara ayıracağımı düşündüm...Önce nerenden başlamalıydım acaba?Nasıl yok etmeliydim seni?
Tam kalbinin ortasına saplasaydım en acıtan kelimeleri?
Bilsen ne kelimeler var bende...O senin küçük vur-kaçlarını bine böler,beşe katlar,dünya ,alem şaşar!


Ah bu öç,bu intikam,bir bilsen insana neler düşündürüyor...
Tam o anda yanımdan bir kamyonet geçiyor,olacak iş değil! Gecenin bir vakti,yoldasın ve yanından öyle bir kamyonet geçiyor.Hani şu arkası açık olup da tabut taşıyan cinsinden...Tabutun içinde biri var mıydı yoksa boş muydu bilinmez...Ne farkeder,içi dolacak elbet...Üstünde o bildik yeşil örtü...Geçti gitti yanımdan kamyonet ,

bir telaş bir telaş...
Ahh bu telaş! Tabutun bile telaşı varsa gideceği maluma...

Malum yer...Çoğu insanın kendine asla konduramadığı,hep kendisinden başkasının gideceğini sandığı o malum yer...Ve bu sebeple vazgeçilmeyen hırslar ve kötülükler...Bu hiç gitmeyeceğini sanmalardan...Hiç kendine konduramamalardan...Aslında kendi ölümüne mi ağlar insan,başkalarına yanar gibi yaparken? O kısacık ,şöyle bir rüzgar gibi esip geçen törenlerde ,o minicik anlarda ,minicik ağlar ve sonra tekrar döner kendi kocaman hırslarına ve kocaman kötülüğüne, o hiç ölmeyeceğine... Sahici gelmiyor bana bu cenaze...

Ben gidiciyim,gidiyorum hep...Kötülüğü gördüm mü gidiyorum,hiç ardıma bakmıyorum,
yürüyorum...
Seni bağışlayarak azad ediyorum kendi köleliğine.
Sen kalıcısın..hep kalıcı,hep kalık...Öyle bir çivi çakmışsın ki sorma...Hep uyanık...Nöbet tutarsın kendi heykeline.
Ben gidiyorum,hep gidiyorum...Ardımda 'daima 'hani benim cezam ?'' diyen şaşkın bir kelle...
Al sana ceza işte! Seversin sen,bilmem mi hiç?...Dinle bak,kambur ve bulut gözlü dilenci kadınım kulağına ne söyler;

''Bu kimselere yar olmayan kavanoz dipli dünyada bütün suçların ve günahların cezalandırıcısı küçük tanrılar kol gezer.Tanrı geç alır yanına onları gerçi ama ahh o küçük tanrılar! ne de çok ''Tanrı !' Tanrı!' der...''

15 Şubat 2009 Pazar

Dur blogger!...

Dur blogger! eklenip de izleyeceğin bloğu tanı!

Burada sana bildiğin hikayeler anlatılmayacak...

Burada bulaman, saçma sapan aşk masalları...
Aşkın ''kavuşamamak'' olduğunu bilir bu bloğun saahıbı (kafiye de gıcır mı gıcır/ gülme işareti de cabası) ,
Ne resmi tarih ne de öğretilenlerin tekrar tekrar tekrarı...
Ezberleri yazmaksa niyetim, işim ne burda? /gider okurum baş yazarları ,(len kafiye olmasın diyorum ama oluyöörr, engel olamıyorum hanı...) ,

Diyeceğim o dur ki eklenmeden önce oku,bu bloğun sahibini tanı!
Sonra bi eklenip,bi silip de bozma asabımı....
He mi?
Sonra demeyesin uyarmadı?
Amaann allam çok da umrumdaydı...
De get, allan tuhafı....


10 Şubat 2009 Salı

Diyet...

Görmediğimiz hiç birşeye inanmaz mıyız Tanrı'dan başka?
Fırat'ın doğusu, sana, bana ne kadar uzakta ?/orada ne Tanrı ne Azrail /orada beyaz bir toros gerçeğe ölüm kusar da...

Sen aynaya bakıp kırışıklıklarına hayıflanırken,gece kremi ile daha uzun ve genç kalmanın dermatolojik kıvamıyla gözlerini yumardın.
Sonsuza kadar genç ve gerçek kalacaklar gözleri kapalı
trajik bir geceyle boğulurken,
kırışıksız ve ölü sabahlara uyandın...haydi uyan, senin spora, diyete ve brunch'a randevun.
''görmediğim hiç birşeye kat'iyetle inanmam'' diyen,içindeki iblise ne de çok yakın.
ama inan olsun bu rejim ,başka bir rejim,herkese var bir diyeti ;maaile,masülale,magelecek,torun ,torba / ölüm kokulu bir tarihle biraz yanık biraz da anoreksiya/
farkında mısın ölüm de kalım da o beyaz torosun karanlığında.

8 Şubat 2009 Pazar

Çözüm dilemenin doğurgan olma şartı...

Kızım onu ne zaman TV'de görse ,''anne şu kadın var ya ,işte ben onu hiç sevmiyorum,ya sen? '' diye sorar.Ben de onun nefret hisleriyle büyümemesi adına gerekli olan annelik vecibelerimi yerine getirir,'' sevmemem için bir neden yok çünkü onu tanımıyorum ki'' gibilerinden didaktik açıklamalarda bulunurum. Ki zaten anne olmak kesinlikle böyle birşey ,bunu çok deneyimledim.Çocuğunuz olduktan sonra başöğretmen edasıyla dolanırsınız ortalıklarda...

Sevmediğini söylediği kadınsa Bülent Ersoy...Anlayabilecek yaşta olsaydı, belkide bugüne kadar çok az kişinin dillendirebildiği bir gerçekliğin cesurca altını çizmiş ; ''ölüm değil , çözüm istiyoruz !'' gibi çok önemli bir cümleyi mertçe söyleyebilmiş Bülent Ersoy'un herhalde görüntüsünden filan ürkmez , onu boya küpüne banmış yanaklarından öperdi.

Çocuk işte , nerden bilsin ?

İnsanların ölmemesini dilemenin suç olduğunu nerden bilsin?

Bağrına vura vura,'' ölüm değil,çözüm istiyoruz,yeter artık! '' diye feryat etmenin suç olduğunu nereden bilsin?

Bu halka neden bu kadar güvenilmediğini ; bu nasıl bir halktır ki en ufak bir aykırı seste etkilenip de derhal fikir değiştirecek kadar ergenlik sorunları içerisinde görüldüğünü ;neden bu kadar korumacı,kollamacı davranıldığını; neden bu sivilceli ergen görülen halk adına birilerinin mütemadiyen kararlar verdiğini nereden bilecek benim çocuk?


Hadi o bilmiyor , o çocuk...ya koca koca adamlar?

Bana gelince, ben o cümleleri sarfedinceye kadar Bülent Ersoy hakkında ne iyi ne de kötü bir yargıdaydım. Sesi kulaklarımı tırmalardı ama onu bu ülkenin kendine has, yani nevi şahsına münhasır bir rengi olarak görürdüm...Gerçi Hrant Dink'in cenazesinde söylenen ''hepimiz ermeniyiz!'' sözüne takılıp ,'' benim ermeni dostlarım var ama ne demek 'hepimiz ermeniyiz ?', ben ermeni değilim , elhamdülillah müslümanım !'' demiş ve beni biraz gıcık etmişti ama şu yargılandığı sözleri söyledi ya hani işte, o zaman ''portakal / orda kal'' oldum...Ölen çocuklar için oldukça içten ve samimi ,yanan bir yürekle bu sözleri edebilmek ,gelmiş geçmiş en baba köşe yazarlarının bile bir yerlerinin yemediği birşeydi çünkü.

Geçenlerde barış dileyen sözlerinden ötürü yargılanıp da beraat edince , birşeylerin değişmeye başlayıp, ''ayy yoksa demokrasi bize de mi geliyor komşularrr?'' diye alevlenen umudum , beraat kararının savcı Ali Çakır tarafından temyiz edilmesiyle tekrar sekteye uğratıldı...Hele bir de temyiz etme gerekçesine gelince...aynen şöyle ;''Çocuk doğurma yeteneği tıbben olmayan bir kişinin, Türk annelerini bir anlamda provoke etmek anlamında kullandığı sözleri, iyiniyet göstergesi ve düşünce özgürlüğünün gereği olarak değerlendirmek safdillik olacaktır'' mış...

O zaman şöyle düşünmek lazım ; Bülent Ersoy'un doğurganlık özelliği tıbben mümkün olsaydı demekki barış dileyip,savaşın son bulmasını isteyebilecek ,''ölüm değil ,çözüm istiyoruz!'' dediği için iyiniyetli olacak ve bu da düşünce özgürlüğünün bir gereği olacaktı.Ha demekki doğurgan olsa bu sözleri özgürce söyleyebilecek o zaman da ''halkı askerlikten soğutmak '' gibi bir suçlamayla yargılanmayacaktı...Hımm, benim bildiğim kadarıyla Perihan Mağden doğurgan bir kadın ama buna rağmen onun da ölen çocuklara üzülmesi hasebiyle halkı askerlikten soğutup soğutup durduğu ileri sürülüp bir o mahkeme, bir bu mahkeme dolaştırılıp durmaktaydı...O zaman demekki bu doğurganlık şartından Perihan Mağden'in kesin kes yararlanması lazım... Bu gerekçenin tersi yorumundan doğurgan kadınların ''ölüm değil,çözüm istiyoruz!'' diyebileceği sonucu çıktığına göre yurdumuzda düşünce özgürlüğünün olabilmesi için, elbirliğiyle Bülent Ersoy'u doğurgan yapabilecek tıbbi gelişimin inkişafına çalışmalıyız komşularrr! Hele bir de beşiz doğurtursak yaşadık demektir. Yaşasın ne kadar doğurgan , o kadar düşündüklerini söyleyebilme özgürlüğü!

Komşularrr,aranızda bir fincan düşünce özgürlüğü ve demokrasiden yana bir kadın doğumcu var mı acaba ?

2 Şubat 2009 Pazartesi

''Artizz misin be hamsi?''

Fakültede okurken içimde hep bir tren giderdi.Hep bir huzursuzluk hali,hep bir kıpraşma,hep içimde çalan o tren düdüğü...Ahh o ders çalışmak zorunda olmalar var ya beni bitirirdi...Ne deniz kenarında çayımı yudumlarken ne de sınav araları gidilen tiyatrolarda,sinemalarda huzur bulurdum...Birşeyler kaçıyordu ve ben hep geç kalıyordum.

Evet evet hep geç kalıyordum...Hatta ortaokulda hem sınıf hem de Edebiyat öğretmenimiz Mustafa bey karneme aynen şöyle yazmıştı;''Çok çalışkan,çok başarılı,çok saygılı bir öğrencimizdir.Bir de derse geç kalma huyu olmasa''...(Burada gülme ikonu var).Çünkü bendeniz, ilk saatlere bazen...tamam tamam çoğunlukla...Off! tamam tamam, büyük çoğunlukla 5 dakika,10 dakika geç kalır,böyle örgülü örgülü saçlarımla mahçupca yerime süzülürdüm...

Tabii ilerleyen yıllarda fakültede devam mecburiyeti de olmayınca bu 5-10 dakika ,sabah 11'lerde okula gitmeler haline gelmez de n'olur?...Bütün fakülte hayatım boyunca hep şöyle sabah erken kalkıp,okula giden bir öğrenci olmak istemişimdir.Ama gel gör ki ilk saatlerdeki derslere girdiğim pek de görülmemiştir.Hatta bizim sınıfta en ön sırada oturan,yaz- kış yün yelek giyen ve her daim saçlarına bakıp '' yavv bunun saçlarını sıksan kimbilir kaç kilo yağ çıkar'' diye düşündüğüm Ali'ye bile ilk saatlerde derslere girdiği için gıpta etmişimdir...O açıdan gıpta etsem de ders notlarını adeta Merkez Bankası kasasında sakladığı için ,''heyy Ali,annenlere söyle de eve boşuna zeytinyağı masrafı yapmasınlar'' demek içimden çok geçmiştir.Zaten duyduğuma göre mezun olur olmaz araştırma görevlisi olmuş kendisi.Şimdilerde o hırsla şöyle tumturaklı bi doçentlik payesi de almıştır.Kimbilir o zavallı çocuklar bunun elinden neler çekiyorlardır.''Ölü Ozanlar Derneği'' filmindeki o harika edebiyat öğretmeni gibi çocukları masanın üzerine çıkartıp,bulundukları yere daha geniş açıdan bakmalarını sağlattıracak ya da kitapların işe yaramaz ,boş bilgilerle dolu sayfalarını yırttıracak hali yok ya allan ineğinin!...Varsa yoksa ezberden mütevellit bir hayattan ne beklersin...O yağ gölündeki saçları büyük ihtimal dökülmüş olduğundan,çocukceyizler ''len bu var ya evine zeytinyağı masrafı yapmasın he! Kih kah kohh!'' gibilerinden espri filan da yapamıyorlardır...Allan ineği ya...Bak ders notu vermediği aklıma geldi de asabım bozuldu yine...

Neyse işte ,en sevdiği masal kahramanı ''Yedi cüceler'' den ''uykucu'' olan bu uykucu kulunuz,şimdilerde yine bir yerlere geç kalma telaşıyla hızlı hızlı yürürken,çocuğun biri ''çok güzelsin'' diye bi laf attı.Valla o gün de bir dökülüyorum,kendimi bir perişan hissediyorum sormayın.Ne yalan söyleyeyim attığı o masumane laf ruhumu şölee bi okşadı geçti...Ama benim derdim başka... Çocuğa şöle göz ucuyla baktım,tipinde de Mehmet Ali Ağca misali bir hal yok.Yani gözler küçük ve birbirine bitişik,alın çıkık,avurtlar çökük,üçgen bir kafası olup da Adli Tıp literatürüne göre suçlu tipolojisi çizmiyor.Turgut Özal gibi ''piknik tip'' de değil...Böyle 18 yaşlarında sevimli bi fırlama.Heee demek öyle? Demek ben çok güzelim öyle mi?Görürsün sen şimdi...

-Sen şimdi bana mı çok güzelsin dedin?
Benim yürüyüp yoluma gideceğimden gayet emin ve attığı lafın zararsız oluşundan hiç de böyle bir soru beklemeyen ufaklık , -hebe hübe,he be,hebebebe... gibilerinden bişiler gevelemeye başladı...Hiç istifimi bozmadan ve çok sinirli bir ifadeyle - haaa demek ben çok güzelim öyle mi ? Len oğlum nerem güzel,bak şu karşıdan gelen kıza, bacak boyu benim boyum kadar,ben adeta onun yanında pigme gibi kalıyorum beee! diye gürledim...Baktım çocuk kızarıyo,bozarıyo, - yok yani,şeyy hebe hübee... Dur dedim, ben buna biraz daha deneysel takılayım ; - ayrıca ben dergilerdeki standartize edilen güzellik kavramına hiç de uymuyorum, nerem güzel haa? Catherina Zeta Jones muyum sanki? Ya da ne bilimm herhalde... Herhalde sen körsün,hiç mi Nicole Kidman mı ne var hani,hiç mi gözün görmedi onları? Nerem güzel leyn benim haa? Sen benlen dalga mı geçiyon? Vücudumdaki yağ ve kas oranının dengesizliğinden haberin var mı? Detoks yapmayan ben, nasıl güzel olabilirim? Her gün yeşil çay , yeşil elma ve somon yemeyen biri ne derece fit,ne derece güzel olabilir ha? Şu karın kaslarıma bak,çelik gibi mi? Değil...E peki karnı çelik gibi,bacakları tunç gibi,sıkı popolu olmayan birine ne hakla güzel dersin? Ünlü biliadamı Zigmund Farkıyştayn'ın bilimsel verilerinden haberin yok herhalde senin? O verilere göre bi kere yüzün her iki bölümü eşit olmalı,simetrik olmalı ki benim sağ ve sol profilim asla birbirine uymaz, ne güzeli bee?Çok güzelmişim! Ha ha ha ha, gülim bari !

Çocuk kızardıkça ve hebeledikçe anladım ki bu konuyu daha da dallandırıp budaklandırabilirim, ajite edebilirim... Hem zaten piknik tip de değil...O hala -eğer kelimeleri bir araya getirip de cümle kıvamına sokabilirse- söyleyebileceği şeyleri düşünüp,kekeleye dursun ,- hem sonra biliyor musun ilk aşkımla karşılaştım tesadüfen...Allan hıyarı bana ''aa senin ne gür saçların vardı,noldu o saçlara?Aaaa senin dişlerin de bi değişmiş'' gibi abuk sabuk şeyler söyledi, hıck! O gün bugündür nerde ilk aşk ,milk aşka dair bişi göreyim,duyayım,nerde ilk aşk yazıları okuyayım kalayı basmak istiyorum...Adeta kendimi kırmızı başlıklı kız,onu da babaanne kılığına girmiş kukuleta şapkalı adi kurt olarak tasavvur ediyorum...Ve sen tüm bunlar yetmezmiş gibi, kalkmış alay edercesine ''çok güzelsin'' diyorsun bana...Bak valla çok fena yaparım seni!

-Abla bakk..ab..abla...valla bak ölee bi kastım yokt...

-Haa bi de abla haa?Sen bana yaşlı mı demek istiyorsun yani?Haa madem yaşlıydım, o zaman gidip başkasına ''çok güzelsin'' deseydin!Bana niye diyon ki...Cık cık cık...

Sonra da saçlarımı savurup ,''hııhh!'' dercesine arkama bakmadan yürüyüp gittim...Çocuk sanırım hala elleriyle sokaklara bişiler anlatmak istiyor,içi kelimesiz,bol ünlemli ve soru işaretli balonlar havada uçuşuyordu...

Böylece yıllar yıllar önce, ben sanırım ilkokulda filanken, annemle pazarda önünden geçtiğimiz balıkçının, elinde tuttuğu hamsiye söylermiş gibi yaparak ,''artizz misin be hamsi?'' diye anneme laf atışının bilinçaltı intikamını da almış oluyordum...Hıh hıh hıhh hıhh!Çünkü hocanım olan annem sanki duymamış gibi yaparak,hiç muhatap olmamış,elimi sıkı sıkı tutarak yoluna devam etmişti.Bense hem anneme güzel bişi söylenmiş olmasıyla gururlanmış hem de bu duymamazlığa verip de yoluna yürüyüp gitmelere o günden beri kafayı takmıştım.Hep acaba tam tersi olsa ne olurdu diye düşünmüştüm yıllardır.(Yok ya,yıllardır dediysem de abarttım tabii biraz).

Neyse, düdük çaldı...İçimdeki trene yetişmem lazım...Çünkü hayatın sınavları hiç bitmiyormuş;hayat sürdükçe zorundalıklar hep devam ediyormuş...Tıpkı birilerine ihale kazandırmak isteyen belediyeler gibiymiş hayat...İşte bu sebepleymiş sürekli yol bakım çalışmaları yapılması; işte ''hayatın engebeli yolları'' lafı da buradan geliyormuş.(Ben burada tıpkı Tayfun Talipoğlu ya da Can Dündar gibi çok genizden ve etkileyici,çok önemli bir şeyler söyledim galiba...Ama ne?)

Anafikir;Kendinizi kötü hissettiğiniz bir günde biri size laf atarsa ve eğer Adli Tıp tipolojisine göre Mehmet Ali Ağca'ya benzemiyorsa,yürüyüp yolunuza gitmeyiniz...Ha eğer benziyorsa da ona ''Biliyon mu ben Papa'nın torunu Ali'yi tanıyorum,kendisi şu an Doçent oldu,saçları hala yağlı değil çünkü kafasında saç kalmamış ;İstersen seni Ali'nin yanına götürebilirim'' filan deyip,bir taşla pek çok kuşu vurabilirsiniz.