30 Mart 2009 Pazartesi

Sebebi sebebi....

Yok yok ekonomik kriz değil sebebi...Sen söylemiştin ,ekonomik kriz bize teğet geçmişti.Yoktu ki kriz mıriz ?

Ben küçükken anaokulunda bir şarkı öğretmişlerdi;''Pop Stil''.Hala daha bu Pop Stil kimdir, nedir, ne yer, ne içer bilmiyorum. Herhalde önemli biri ki bu Pop Stil, adına şarkı yakmışlar. Ya da Pop Stil bi moda ikonu kravatıylan,şapkasıylan tarz yapmış, stilli takılıyo. Gerçi şapka bizi bozar, buram buram siyaset kokar.

Amerikan çocuk şarkısı olduğu çok belli.(Burda aklıma nedense ''çocuk mu kandırıyorsunuz siz? '' gibi bir cümle geldi. Stil / Tarz / Amerika / Çocuk kandırmak)

Şarkının sözleri şöyleydi ;

Pop Stil'imin şapkası
sanki de vapur bacası
sebebi sebebi
cepleri dolu leblebi

Pop Stil'imin kravatı
sanki de vapur halatı
sebebi sebebi
cepleri dolu leblebi


Bir büyüğüm dedi ki '' Bu hep böyle olmuştur. İvme aşağıya düşmeye başladı mı düşer. Demirel'de de böyle oldu,Ecevit'te de, Özal'da da... Bundan sonra kabineyi değiştirecek. O zaman başlayacak küskünlükler, kopmalar.Bir kısmı MHP'ye, diğer bir kısmı da Saadet partisine gidecek.''

Dedim ki '' sence bu adamın bu kadar sevilmemesinin nedeni ne?'' Hani biliyordum da bir de ondan duymak istedim. Ne de olsa eski kulağı kesiklerden.

''Diktatör gibi davranıyor '' dedi. '' Seçim konuşmalarında görmedin mi? Ne demek 'ben şurayı istiyorum !', yok efendim 'ben burayı istiyorum ? ''

Yok yok sebebi ekonomik kriz filan değil.

Stil meselesi, tarz meselesi.

Sebebi sebebi cepleri dolu leblebi

Karikatürü mahkemeye vermek mesela.

Seçim otobüsünden inip bir çocuğu azarlamak.

Daha önce azarlamış olduğu bir çiftçinin, o gün , o şehirde Başbakan seçim mitingi yapacak diye karakolda tutulması.

Stil kötü.Tarz belli.

Sebebi sebebi vapur bacası ,
sebebi sebebi vapur halatı...

Böyle ufak tefek gibi gözüken bir sürü şey...Havanın kar toplaması gibi...

Ne zaman ki yanındaki dalkavuklara kulak kabartır da sokaktaki insandan koparsın ,azarlarsın; o koltuğun gücüyle üstün sanırsın kendini, ne zaman ki sağırlaşır, körleşir,diktatörleşirsin o zaman düşüş başlar. Hangi kral demiştir ki '' anne bak halk çıplak ? ''. Demek ki hiç tarih okumadın. Demek ki hamdın / pişmedin / olmadın.

Sebebi sebebi cepleri dolu ........

Bi de doğru dürüst, ergenekonun avukatı olmayan bir muhalefet olaydı karşısında... Nere baksan Pop Stil, nere baksan leblebi...

28 Mart 2009 Cumartesi

Gözüm seni bir yerden ısırıyor...

Seni bir yerden gözüm ısırıyor? Ama nerden? Gördüğüm hiçbir yüzü unutmam ben… Kesin bir yerde karşılaştık seninle… Ama nerde?

Hani bir kız vardı… Bir işe girmişti… Kendi halinde çalışıyordu… Tuzakları bilmiyordu henüz… Saftiriğin Allahıydı…

Toplu işyeri ortamlarını,plaza yalakalığını,orada bukalemun olmayı… Kişiliğini dışarıdaki askıya asıp içeri girmesi gerektiğini…Suratına tükürülse bile ''yağmurdandır ‘’demeyi bilmiyordu…

Sen o kızı aldın karşına hani,savcı gibi sorguladın… Hiç utanmadan,öyle adice… Sen orada,o plazada öyle olunması gerektiğini sanıyordun … Hani bu ’’oyunun kuralı’’ diyordun…

Oysa,

korktun o kızdan…Çok korktun… Akıllıydı,sallardı seni yerinden…

Hiç kazanmak gelmedi aklına… Fırlatıp atmalıydın… En kolayıydı yok etmek, bir an önce kurtulmalıydın…

İşte sen o kadardın!...

O musun sen?...

…………

Yok yok… O da değilsin!

Dur bir yerden çıkaracağm seni ben… Acele etme...Bir saniye…

Hatırladım, tamam tamam…

Hani sen çok mutsuzdun… İlişkilerin çok berbattı… Hep aldatıldın,terk edildin!

Çevrende mutlu bir yüz görmek istemiyordun hani…

Sonra mutlu birileriyle karşılaştın ama onları her gördüğünde biraz daha azalıyordun… Çünkü sana hiç kimse ‘’sevgilim’’ dememişti yürekten… Ah ne kadar istemiştin!... Sana dair hiçbir şey hatırlanmamıştı ; bir kere bile güzel olduğun hissettirilmemişti sana… Sen söylerdin kendine ‘’ne kadar ne olduğunu’’ da kendin bile inanmazdın…

Sen her zaman,’’Ah ne kadar yazık!’’tın…

Ah ne kadar yazık!...

Sonra o sevgilileri ayırmak için elinden geleni yaptın hani sen… O zaman sen ve senin hayatın, bu kadar lanet gözükmeyecekti gözüne… Kimse mutlu olmazsa, mutluluk diye bir şey de olmayacaktı yeryüzünde…

Darma duman ettin onları… Rahatladın…''Oh! ''dedin hani…

O musun sen?

………

Yok ya… O da değilsin… Nerden tanıyorum seni ben? Bir yerden gözüm ısırıyor… Kesin bulacağım!...

Bir genç vardı hani… Okumak için gelmişti büyük şehre… Babası kıt kanaat dişinden tırnağından artırdığını gönderirdi oğluna… Okumak istiyordu… Arkadaşları oldu…

Genç işte!… Delikanlı ... Bu lanet olası dünyayı düzeltebileceğini sanıyordu… O’nun İdeali, plazalarda patron olmak değildi… O her şeyi sorguluyordu…

Sen ,’’gel bakim buraya’’ dedin ona… Aldın götürdün evinden… Evinde ‘’yasan-dışı ‘’şeyler aradın… Allak bullak ettin…

Elektrik verdin… Askıya astın… Tuzlu suya bandın.

Sonra nasıl olduysa salıverdin… O genç, ihtiyarlamıştı artık… Senin vahşetini kaldıramadı… Hiç unutamıyorum hiç... Ardında ufak bir not , kocaman bir haykırış bıraktı ; ''Hoşçakal yalnızlık ,merhaba özgürlük! ''...Senin vahşetini kaldıramadı.

O musun sen?

Dur dur kaçma! Bir yerden, gözüm ısırıyor seni… Bulacağım… Dur kaçma,bir saniye bekle!

Dilimin ucundasın…

Buldum!

‘’……’’ ,

işte,o'sun sen!.

Sen işte bu kadarsın.

..........

''
1994

- Alo, Ali naber ?
-İyilik bacii,senden ?
-Nolsun be Ali, ders çalışıyorum,malum işte sınavlar...Sen napıyorsun?
-Ben Kadıköy'e olta almaya gidiyorum bacii...
-Hadi bee! Ne güzel ! Keşke ben de balık tutabilsem...
-Olsun,ben sana da tutarım,merak etme sen...''

..........

Nasıl anlayabilirdim ki Ali ben seni? Hiç açmadın ki içini...Böylesine hayat dolu bir sesin,1 hafta geçmeden ufak bir notla hayata ''elveda'' diyeceğini.

........

Katil

'' Katil /İskenderiye,Kasım 1252

Bugün artık yaşamıyor.Çoktandır öldü.Ama nereye gidersem gideyim,gözleri benimle; semada asılı iki meşum,kapkara yıldız taşı gibi parlak, beni takip etmekte.Konya'dan uzaklaşırsam, yeterince uzağa kaçarsam,zihnimi burgu gibi delen bu hatıradan kurtulurum diye ummuştum. Beynimin içinde yankılanıyor hala feryadı. Yüzünden kan çekilmezden, gözleri yuvalarından fırlamazdan,ağzı yarım bir dem çekip kapanmazdan evvel çıkardığı o ses, tuzağa düşmüş bir kurdun uluması gibi, hançerlenmiş bir insanın elvedası.

Birini öldürdüğün zaman, muhakkak ki ondan bir şeyler bulaşır sana: Bir resim,bir koku,bir nefes... Bir ah, bir lanet, bir ses... ''Maktulün bedduası'' derim ben buna. Bedenine yapışır kalır. Başlar oymaya, tenini delip geçercesine. Ta ki yüreğinin derinliklerine sızana değin. Orada tutunur, yeniden sende yaşam bulur.Rüyalarına girer, uykularını delik deşik böler. Gündüzleri bir şekilde idare edersin ama gece olup yalnız kaldığında, döşeğinde soğuk soğuk terlersin. Her maktül katilinde yaşamaya devam eder. Kabil Habil'i öldürdükten kelli, hiçbir katil kurtulamamıştır kurbanının emanetini yüklenmekten. ''

''...Ne tuhaf ! O öldü ama hala yaşıyor.Bense hergün yeniden ölmekteyim. ''

Aşk /sayfa 39 vd./ Elif Şafak

26 Mart 2009 Perşembe

'' Pencerene bak bir yaralı kırlangıç var...''

Ahh anam ahh ! Ben sana yanarım. Feryadını anlarım .Gidenin ardından sevinmek bana yakışmaz . Ama sor yüreğime , ''evet sevinmedim ama üzülmedim de '' derim. Kusura kalma, yalan söylemek de bana yakışmaz.

Ne ki dil sussa da vicdan susmaz.

Ben seni gördükçe sana yanarım. Sanki bunca yıl evladının acısını görmek için yaşamışsın gibi... Bunca yıl evladının acısını görmek içinmiş gibi yaşadığına yanarım . O acıların en büyüğüdür anam.

Bilsen ne masum ne günahsız gidenler oldu ;Maraş'ta, Sivas'ta, Balgat'ta... Hrant'lar vuruldu... Onların da anaları,babaları,kardeşleri,sevgilileri senin gibi yandı ,kavruldu...
O ateş yanar hala ,sanma ki kor oldu.

Şimdi onları en çok sen anlarsın...
Seni de bir tek '' acıyı bal / sıratı yol eyleyenlerin '' , hain pusularda katledilenlerin anaları,babaları, yavukluları, kardeşleri , arkadaşları.

Yüreğimiz yanmadan birbirimizi anlayabileceğimiz günler gelsin isterim.
Sırf ana yüreğini bildiğimden evladına kavuşmanı dilerim.

23 Mart 2009 Pazartesi

Bir karasinek...

Bu gece aklımda hiç yazı yazmak yoktu.Gecenin 12'sinde zeytinyağlı pırasa ve çok sevgili bir arkadaşın verdiği tarife göre ;muskat , balkabağı, soğan ve sütten oluşan çorbayı yapmışıdım.Google 'da muskatın faidelerine bakmışıdım. Bana bu çorba tarifini veren arkadaşım Avusturalya'da yaşıyordu.Aramızdaki saat farklarını düşünmeksizin kameradan bana çorbayı gösterip , ''hadi git , balkabağı al , muskat al , hemen yap, koş, koş ! '' dediği zaman , '' olur , bu saatte sokağa çıkar balkabağı ararım , millet de benim ,'' Külkedisi '' olduğumu filan düşünür , hatta bir kaç fare de bulayım bari ,onlar da sihirli peri dokununca arabacım filan olur '' dediğim için gülme krizine girmiştik.

İşte bu gece bu muskatlı çorbayı yaparken yine bunu düşünüp yine gülmüştüm. Biliyorum ''sineğe gel ,sineğe '' diyeceksiniz. Bilmiyorum siz kimsiniz ? Ama diyebilirsiniz , doğaldır. Burda yediğimizi , içtiğimizi ,herbişeyciğimizi filan yazdığımız için , millet yaptığımız her bi halttan haberdar oluyor. Ve bu bazen beni bayağı bi geriyor... Gerçi bendeniz en azından yeni aldığım koltuğun üzerine uzanıp fotomu çekerek , bloğuma koymuyorum . Henüz o kadar delirmedim. Ya da görgüsüzlüğü sevmiyorum. Zaten yeni bir koltuk filan da almadım. Alsam blogda işi ne ? Hani ''muskat'' bir yere kadar. Gerçi muskatı tanısanız hayatınızda değişen birşey olmayacaktır belki ama en azından yeni alınmış bir koltuk fotosundan daha faideli olabilir. Mesela gaza, hazımsızlığa iyi gelirmiş . O yeni aldığı koltuğun fotosunu bloğuna koyan arkadaş muskatlı balkabağı çorbasını içerse ona bile bir faidem dokunacak yani...

Neyse işte ,ben gecenin bir yarısı yemek yapmış ,sonra da nette Engin Ardıç'ın yazılarını okuyordum. Hatta yine faideli olmak adına bir yazısından alıntı yapayım bari. ( bu ne faydacılıktır anlamadım ki...Faydam dokunsun diye benden ara kabloyu ödünç isteyen komşuya ,ara kabloyu komple hediye ettim de şimdi fırını habüre prizin yanına taşımaktan anam ağlıyor. Kadın senden ödünç istemiş, ne diye hediye ediyosun ki ? ''Gereksiz iyiliklere gerek olmadığı '' hususunda ulaştığım kişisel menkıbenin temelinde işte bu ara kablo deneyimim yatmaktadır ) .

Engin Ardıç'ın '' Yazarın okurla imtihanı '' yazısına gelirsek ,(ki bir türlü gelemedik,gereksiz uzatmalar yaptık ve hala daha yapmaktayız,kapa parantezi çabuk ! ) orda şu pasaj çok hoşuma gitti ;

''
Hani "Marcel Proust soruları" var ya, en sevdiğiniz kelime, en sevdiğiniz ses, falan, insanın gizli kimliğini ortaya koyuyor, "köşe yazarı" için de dört soruluk bir "başarı testi" varmış. The
New York Times gazetesinin ünlü yazarı, yaşı bana yakın Thomas Friedman'ın öğütleriymiş bunlar, haberim yoktu.Kendi kendime sordum bu test sorularını:
1) Okuyucu benim yazımı okuyunca "vay be, bunu bilmiyordum" diyor mu? Diyen var, hem de çok.
2) Okuyucu yazımı bir solukta okuyor ve "bugüne kadar ben bu meseleye hiç böyle bakmamıştım" diyor mu? Diyen var, hem de çok.
3) Okuyucu "budur abi, nasıl ifade edeceğimi bilemezken tam da benim duygularıma tercüman olmuş" diyor mu? Diyen var, hem de çok.
4) "Her iyi yazarın onca iltifattan sonra bir o kadar da ihtiyaç duyması gereken" okuyucu tepkisini gösteren, "senden de, yazdıklarından da, bakış açından da nefret ediyorum" diyen var mı? Ohohooo, istemediğin kadar! Hem öyle fazla uzağa gitmeye de gerek yok bulmak için...Ne dersin sayın okuyucu, sınavı geçmiş miyim? (
http://www.sabah.com.tr/2009/03/21/haber,777A81461D644B148F97AD93B66E8456.html )

Bakın işte tam bu yazıyı okurken kafamda bir vızırtı peyda olmaya başladı. Vızırrr,vızırrr,vızırrr....Aman allahım en iğrendiğim şey ; o bir,o bir, o bir,ki,üç KARASİNEK !

İnanın saçıma konsa, kırk gün kırk gece saçımı yıkarım, o kadar sevmediğim bir hayvanceyiz yani. Üstelik içerde uyuyan çocuğumun yanına uçar da ...Aman allahım ! Ya yüzüne, gözüne konarsa ? Derhal gazeteyi dürüp ,büküp salonda karasinek avına giriştim. Bana mısın demiyor zibidi ! Yakalayana aşkolsun!

Fakat gecenin bir yarısı karasineği avlamaya çalışırken felsefe yapmadan da kendimi alamadım ,şöyle ki ;
Bu karasinekten iğreniyorum , oka da konar bu, moka da...İyi de insanların bazısı da böyle değil mi ?

Hakkını ararsın,hakkını savunursun, hakkını söke söke alırsın, sonra karşına geçip, ''sen benim için ne yaptın ki ?'' der ve senin hakkını vermemek için türlü numaralar çevirmez mi ? Çamura yatmaz mı? Senin hakkını sana vermemek için kıvrım kıvrım kıvranıp da neredeyse seni aç gözlü yapmaya çalışmaz mı?

Hani sana ihtiyacı olduğunda '' nolur yardım edin ; her gece dua ediyorum ; acaba hakkımızı alacak mıyız? ;size güveniyoruz ; sizi çok ama çok seviyoruz '' diyen bu sefil fareler , bu yüzünüze gülüp ,sırtınızı sıvazlayanlar ,gün olur, devran döner de sizin hakkınızı gaspetmeye çalışmaz mı?

İşte o zamanlar da hep aklıma gelir Nazım'ın o muhteşem şiirinin o dizeleri ;

''akrep gibisin kardeşim, / korkak bir karanlık içindesin akrep gibi. /serçe gibisin kardeşim, serçenin telaşı içindesin. /midye gibisin kardeşim, midye gibi kapalı, rahat. / ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim. / bir değil, beş değil, yüz milyonlarlasın maalesef. /koyun gibisin kardeşim, gocuklu celep kaldırınca sopasını sürüye katılıverirsin hemen/ ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.

dünyanın en tuhaf mahlukusun yani, / hani şu derya içre olup deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf.
ve bu dünyada, bu zulüm senin sayende.
ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak kabahat senin,demeğe de dilim varmıyor ama... ''

İşte elimde gazete , gecenin bir yarısı kulağımda zırıl zırıl zırıldayan pis bir karasineği kovalarken , dedim ki '' bir karasinek ,oka da konsa , moka da konsa ,ne yapabilir ki bana ? Hem sonra kimi insan da konmuyor mu hep oka moka ? Bir karasinek ,aldığı devasa koltuğu bloğuna koyacak kadar hazımsız olabilir mi mesela ? Bir karasinek , hakkını savunup da aldığın halde , hakkını yemeye çalışabilir mi? Kıvrana kıvrana , hakkını vermemek için çamura yatabilir mi? Alt tarafı küçük bir ısırık ve biraz kaşıntı , hepsi hepsi bu kadar. Ya insan ? İnsanlar ? İnsanların bazısı ? Bir karasinek , hırsına yenik , sömürgen , bencil ve terbiyesiz bir insan kadar zararlı olabilir mi? Bir karasinek iftira atabilir mi? Yalan konuşabilir mi? Kibirli , küstah , çirkef , nankör olabilir mi bir karasinek ? Kalp kırmayı ,puşt olmayı bilir mi? En fazla toplu iğne ucu kadar kanını emer . Onu da ben helal ediyorum be ! ''

De haydi be karasinek ,açtım camı ,çık git, özgürsün !

18 Mart 2009 Çarşamba

Çantada keklik

Onun tanrısı Louis Vuitton'du /masaya koyup da saatlerce seyrediyordu.../ ama oruç tutuyordu da namaz kılmıyordu / zekatı da Louis Vuitton'a veriyordu/dünya kurulalı beri tanrıyla pazarlık ediliyordu/ bizim ne haddimize yargılamak da/ ama herhalde aynadaki suretimiz tanrı buna çok şaşırıyordu.

Merkezkaç kuvveti

''Vikipedi, özgür ansiklopedi

Git ve: kullan, ara ve düşün

Merkezkaç kuvveti anlamlı fakat gerçek olmayan, yani Newton yasalarına uyan bir kuvvet değildir. Newton’a göre duran bir cisme etki eden kuvvet o cismin ivme kazanmasına neden olur. Ve yine Newton’a göre hareket halindeki bir cisim, üzerine kuvvet etki etmediği sürece hareketine devam edecektir. Dairesel hareket sistemlerinde yani dönen sistemler için başlangıçta duran bir cisim (yatayda dönen bir levha ya da bir atlıkarınca ve üzerinde hareketsiz bir cisim düşünün) hareket başladığında dışa doğru kayma eğilimi gösterecektir. Yani cisim merkezden dışa doğru bir ivme kazanacaktır. Newton’a göre bu cisme ivmenin yönünde (dışa doğru) bir kuvvet etki ediyor olması gerekir. İşte gerçekte olmayan bu kuvvete merkezkaç kuvveti diyoruz. Ama bu durum sisteme içeriden bakıldığı zaman böyledir. Eğer sistemi dışarıdan incelersek durumun farklı olduğunu görürüz.

Örneğin, Amerika Birleşik Devletleri'nde yapılan NASCAR yarışlarında virajların eğimli olmasının nedeni merkezkaç kuvvetinin etkisini azaltmaktır. Böylece hem pilotlar virajı rahat ve hızlı bir şekile döner,hem de korkunç kazalar engellenir. Bu örnek gerçek hayatımızda da karşımıza çıkmaktadır.

Merkezkaç kuvvetin büyüklüğü; Fmk =m.V2/r eşitliğinden bulunur. ''

Vikipedi'den alıntıdır.

..............

MERKEZKAÇ

Sen bana dokunma uzak dur
artık sığınmak ve yokolmak beyhude
kazanmak ve kaybetmek de
senin vicdanın nafile bir fahişe
severken yokeden
ve ağzı geceye açılan pencere.

16 Mart 2009 Pazartesi

My Sassy Girl...

No ABD ; yes Korea-2001

15 Mart 2009 Pazar

AKP'ye olan hissiyat

Sokakta konuştuğunuz her 5 kişiden 4'ü böyle konuşuyor,şu aşağıdaki videoda olduğu gibi.Fakat görün bakın seçim sonucunu,yine AKP kazanacak.Çünkü bildiğiniz gibi alternatifi yok.Olamıyor...Matruşka bebek gibi hepsi; bir açıyorsun,aa aynı,bir açıyorsun,aa bu da aynı,bir açıyorsun, aaaa...Farklı olana da zaten hayat yok.

Yoktan seçmeli demokrasi /kırk katır mı kırk satır mı?

Ha elimizde olan bunlar bacım,beğenmedin mi? Oğlum, çekkk bir darbe, demli olsun! Bu vatan militarizme kurban olsun! ''Sallandıracaksın bi kaçını Taksim'de,bak bi daha yapıyolar mı?''

Fakat madalyonun bir de diğer yüzü var sanki. Onu da Neyzen demiş;
''
Türk milleti gariptir,
her lafı kaldırmaz...
ibne dersin kızar da,
sikersin aldırmaz... ''


.........

Belirtmeden geçemeyeceğim,Neyzen'in şiirini syntaxxerror'un bloğunda bir yazısında okudum;
http://syntaxxerror.blogspot.com/

.........
Videooo;

12 Mart 2009 Perşembe

kottaşlaMA!

Sayın Blog,
şimdi ben, bazı sahtelerin organize ettiği yardım kampanyalarına gıcığım ya hani...Hani böyle vicdan yapıyorlar,yardımsever takılıp da ''ayy ne kadar iyi insanlarrr'' diyelim diye ,sebep oldukları sefalet üzerinden bile kendilerini yıkamaya çalışıyorlar ya ''bazıları'' hani...

Ama işte bir haber okudum ve bu dayanışma bana çok anlamlı geldi.Kot Kumlama İşçileriyle Dayanışma Konseri- 11.03.2009 tarihinde ''Sesimiz ve Nefesiniz'' adı altında bir dayanışma gecesi düzenlendi.Bu geceye katkı sunan sanatçılar ;
Anadolu Ateşi (Mustafa Erdoğan), Arif Sağ, Cahit Berkay, Elveda Rumeli oyuncuları, Emrah Karaca, İclal Aydın, Kardeş Türküler, Mor ve Ötesi, Şebnem Sönmez, Yasemin Göksu, Zeynep Tanbay ...Bu isimleri zaten biliyordum.Şimdi daha da farklı olarak aklıma kazındı.Artık hiç unutmam.

Neden TV.'de hiçbir haber bülteninde bu gecenin düzenleneceği duyurulmadı? Duyuruldu da ben mi duymadım? Bilmiyorum...Duyarlılıklar,arkasında sermaye olup,olmamasına göre mi medyada tezahürünü bulacak? Nasılsa şiddete maruz kadınlar,eğitim sağlanan çocuklar için yardımsever olmakta bir zarar yok. Nolucak, alt tarafı sermayenin başının,gözünün sadakası olur...Hem bu gibi yardımseverliklerde sermayenin çıkarları da zedelenmiyor.Ama Tuzla Tersane işçilerini,kottaşlama işçilerini düşünürsek,kayırırsak sermayenin çıkarları zarar görecek.Napalım? Es geçelim o zaman...Görmezden gelelim.Öyle mi?

Siz hiç işçilerin sağlığı ve hakları konusunda bir yerde de tango yapan bir iş kadını,konga çalan bi iş adamı gördünüz mü?İşçilerin sağlığı için geceler düzenleyip destek veren medya patronu kızı,süpirr stırrlar gördünüz mü?

O sebeple yapay zaten.

Ama ben ateşböceği gördüm ; Anadolu Ateşi (Mustafa Erdoğan), Arif Sağ, Cahit Berkay, Elveda Rumeli oyuncuları, Emrah Karaca, İclal Aydın, Kardeş Türküler, Mor ve Ötesi, Şebnem Sönmez, Yasemin Göksu, Zeynep Tanbay...

Şükür ki o dayanışma gecesine gidip de destek verenler var.Bu ülkenin böyle sanatçıları da var. Çok umut verici.

KOTLAR BEYAZLIYOR,HAYATLAR KARARIYOR




Son 5 yılda Doğu'dan Batı'ya giderek kot taşlama atölyelerinde çalışan 200'den fazla işçi "silikozis" hastalığına yakalandı, bunlardan 5'i hayatını kaybetti. 30'unun da durumu ağır. Türkiye'de bu hastalığa yakalanan işçi sayısı ise 500'ün üzerinde. Kot kumlamaya bağlı gelişen silikozis hastalığı, dünyada ilk kez Türkiye’de görüldü. Doktorlar bu durumla ilk kez 2004 yılında tanıştı, ilk olgular 2005 yılında Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Hastalıkları (2 olgu) ve İstanbul Yedikule Göğüs Hastalıkları Hastanesi’nden (2 olgu) bildirildi. Kot kumlamaya bağlı silikozis, 2005 yılından bu yana çeşitli ulusal ve uluslararası tıp kongrelerinde konu oluyor. Hasta sayısı çoğaldıkça doktorların bu konudaki bilgisi ve duyarlılığı arttı...




''...Yani kot giymesem,hayatımdan birşey eksilmeyecek...''

Yanlız, videoyu seyredince bu konuda insanların yeterince bilgilendirilmediği anlaşılıyor.Sermayenin kazanması gerekiyor çünkü.Sermayenin kazanması için ucuz işçi çalıştırılıyor.Çalıştırılırken de yaşam hakları hiçe sayılıyor.Hiç bir önlem alınmıyor.Tıpkı Tuzla Tersanelerinde olduğu gibi.Ama videoda dendiği gibi ''burası Türkiye,neler neler var,bu da bişey mi?'' demek doğru değil.Bir yerden başlamak gerekmez mi?

Taşlanmış kot alma...Mümkünse artık kot bile alma.Alama...Ne kaybedersin taşlanmış kot giymesen? Ölür müsün? Ama birileri ölüyor kotu taşlarken ve üstelik bu hastalığın tedavisi bile yok.Sen bişey kaybetmezsin,pek çok çocuk da babasıyla birlikte büyüyeceği bir hayatı kazanır.

http://kottaslama.org/php/kt/wp/

http://www.kotiscileri.org/

Öyle...

Bir yakışıklı;




İki yakışıklı;




Buna da kıyamadım çok tatlı.Bi de japoncasını anlayaydım;




...........



Yüzyıllık Yalnızlık





1982 Nobel Edebiyat Ödüllü, Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez'in 1967 yılında Meksika'ya ilk gidişinde yazdığı başyapıtı; (İspanyolca Cien años de soledad).

Yazar çocukluğunun geçtiği Aracataca'yı Macondo adıyla fantastik bir kurguyla sunmuştur ve amacını "çocukluk günlerini sanatsal bir dille ardında bırakmak" olarak açıklamıştır. Kitap büyülü gerçekliğin en önemli eserlerindendir.

İlk baskısı Can Yayınları tarafından 1984 yılında yayınlanmıştır.

Çevirisini Seçkin Selvi'nin yaptığı Can Yayınları 2005 tarihli 27. baskısının arka kapağında Marquez'in ağzından şu sözler yer almaktadır:

"Yüzyıllık Yalnızlık'ı yazmaya başladığımda, çocukluğumda beni etkilemiş olan her şeyi edebiyat aracılığıyla aktarabileceğim bir yol bulmak istiyordum. Çok kasvetli kocaman bir evde, toprak yiyen bir kız kardeş, geleceği sezen bir büyükanne ve mutlulukla çılgınlık arasında ayrım gözetmeyen, adları bir örnek bir yığın hısım akraba arasında geçen çocukluk günlerimi sanatsal bir dille ardımda bırakmaktı amacım. Yüzyıllık Yalnızlık'ı iki yıldan daha kısa bir sürede yazdım. Ama yazı makinemin başına oturmadan önce bu kitap hakkında düşünmek on beş, on altı yılımı aldı. Büyükannem, en acımasız şeyleri, kılını bile kıpırdatmadan, sanki yalnızca gördüğü şeylermiş gibi anlatırdı bana. Anlattığı öyküleri bu kadar değerli kılan şeyin, onun duygusuz tavrı ve imgelerindeki zenginlik olduğunu kavradım. Yüzyıllık Yalnızlık'ı büyükannemin işte bu yöntemini kullanarak yazdım. Bu romanı büyük bir dikkat ve keyifle okuyan, hiç şaşırmayan sıradan insanlar tanıdım. Şaşırmadılar, çünkü ben onlara hayatlarında yeni olan bir şey anlatmamıştım. Kitaplarımda gerçekliğe dayanmayan tek cümle bulamazsınız." (Vikipedi)

...........

Sonra şöle çiziktirmişim bi yere;

Pencereden dışarı baktı;

''Güzel bir gün/boş ver kötüleri,
iyileri düşün.
Bi kahve yap kendine
son sigaranı iç,
siktir et kötüleri
iyileri düşün...

Biliyorum,etrafın kör,çamur,pislik,diken,
o kör olası hırslar için birbirini siken
kısır bir döngü bu
orası kesin.
Biliyorum biliyorum
Döner dolaşır sana gelir kendi sesin...

Ebru Şallı sıçtığımın pilatesini yaparken
okkalı bi küfür sallar dilin...

Boş ver,aç pencereyi
emin ol,dünya üzerinde başka birileri de yaşıyor
seni diriltmek için
Hatrını say,
gündüzlerini gece gibi yaşayan,

senin ölmeye hakkın yok.

9 Mart 2009 Pazartesi

One minute,one minute!...

''
ÇOCUKLARIN IRZINA GEÇEN BİR REJİMİ SAVUNMAK/Yasemin Çongar-6.3.2009 Taraf

''... Nic’i dün CNN’de, Ömer Hasan El Beşir’in askerlerinden biriyle mülakat yaparken seyrettim.

Sesinin titrediğini, soruları sorarken duraksadığını, bugüne kadar yaptığı ve her biri kendi içinde çok zor olabilecek sayısız söyleşisinde hiç zorlanmadığı kadar zorlandığını gördüm.

Nic, iki kız çocuğu babasıdır.

Daha önce, Darfur’da ırzına geçilen kız çocuklarıyla da röportaj yapmıştı.

Şimdiyse onların ırzına geçenlerden biriyle konuşuyordu.

Cevabını aslında işitmek istemediği sorular soruyor, sorarken öfkesini güçlükle yutkunuyordu.

* * *

Nic Robertson’ın konuştuğu Sudanlı asker, 2002 yazında zorla orduya alındığını söyledi.

Kaçmayı denemiş, başaramamıştı.

Kendisini yakalayan subaylar, kızgın demirle şişlemişti bacaklarını; çıplak vücudunun üzerinde araba lastiği yakıp eritmişlerdi.

Yara izlerini kameraya gösteriyordu.

CNN televizyonu, Sudanlı askerin yüzünü gizlediği için, konuşurken çehresini okuyamadım.

İngilizce tercümanın sesi ön plandaydı; sesini de dinleyemedim.

Ama seçtiği kelimeler, kısacık cümleleri, ortasında kesiliveren ifadeleri pişmanlıktan daha fazlasını anlatıyordu.

İlk başta sadece altı aylığına askere alındığına inandığını, sonra kurtulacağını sandığını söyledi.

Kurtulamamış.

Darfur’da pazar yerindeyken, bir cemseye bindirip götürmüşler onu.

Sonra “eğitim” başlamış.

Kalaşnikov’la hedef vurmayı öğretmişler; öğrenir öğrenmez de Sudan ordusundaki diğer askerlerle birlikte, Arap kökenli olmayan kabilelerin yaşadığı Darfur köylerini basmaya gönderilmiş.

Köyleri yaktıklarını, insanları öldürdüklerini anlattı.

Çok geçmeden, yaptığının “vatani görev” değil, kendi iradesi dışında, kendi halkına karşı savaşmak olduğunu kavradığını söyledi.

Dirense öldürüleceğini de...

“Köylere gidip evleri ateşe verirdik. Subayların emirleri buydu. Kaçanları vururduk. Emirlere uymazsak, birliğin arka saflarındaki subaylar bizi vururdu.”

Sonra, tecavüze getirdi sözü...

Sudan ordusunun bir savaşma yöntemi olarak benimsediği, Birleşmiş Milletler’in Darfur’da “soykırım aracı” olarak kullanıldığını kayda geçirdiği tecavüzlere...

“Çarem yoktu. Kaçış yoktu. Kötü şeyler yaptım. Ama hepsinin en kötüsü, küçük çocuklara yaptıklarımızdı...”

Nic yutkundu, “Küçük çocuklar ne tepki veriyordu” diye sordu.

“Bağırıyorlardı; ağlıyorlardı.”

“Bağırınca ne oluyordu?”

“İki asker kızı tutardı, bir üçüncüsü tecavüz ederdi. Sonra onu orada, o halde bırakırdık.”

“Sizi de küçük bir kıza tecavüz etmeye zorladılar mı?”

“Evet, devletin emriydi bu. Yaptım. Aslında tecavüz etmek mümkün bile olmuyordu her zaman. O kadar iğreniyordum ki kendimden, penisim sertleşmiyordu. Subaylar seyrederken, tecavüz ettiğime inansınlar diye donumu indirip çocukların üstüne yatıyordum. Onları eziyordum. On, on beş dakika üstlerinde kalıyordum.”

* * *

Sudan ordusundan kaçmayı sonunda başarıp İngiltere’ye sığınan bu eski askerin CNN’de anlattıkları, Darfur soykırımından küçücük bir kesit.

Askerlerini çocuklara tecavüz etmeye zorlamak, Ankara’nın muhatap aldığı, “masum” saydığı, “dost” gibi ağırladığı Sudan Devlet Başkanı Ömer El Beşir’in “insanlığa karşı işlediği suçun” küçücük bir parçası.

Ankara, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin El Beşir hakkında aldığı tutuklama kararının “yanlış zamanlaması”ndan dem vururken, bu suçları bilmeden mi konuşuyor?

Darfur’da beş yıl içinde 300 bin insanın öldürüldüğünü, iki buçuk milyon insanın köylerini terke zorlandığını hesaba katmadan mı konuşuyor başkentimiz?

Arap kökenli olmayan kabilelerin köylerini terk etmesi için kullanılan baskı yöntemlerinin arasında, bazıları henüz on yaşında bile olmayan kız çocuklarının ırzına geçilmesinin de bulunduğunu bilmiyor mu Türkiye Cumhuriyeti hükümeti?

Bu çocukların bazen üç değil, beş değil, tam yirmi askerin tecavüzüne uğradığını Ankara bilmiyor mu?

Irzına geçilen çocukların dünyaya getirdiği “tecavüz meyvesi” çocuklara, Sudan ordusunun işbirliği yaptığı milislerin adıyla “Cancavid bebekleri” dendiğini hiç mi duymadı Başbakan Erdoğan?

Bu kadar cahil bir başkentimiz, bu kadar cahil bir hükümetimiz olabilir mi?

Hiç sanmıyorum.

Ve çok utanıyorum.'' Yasemin Çongar/Taraf 6.3.2009

............

GENÇ SİVİLLER'İN ÖMER EL BEŞİR'İN KANLI ELİNİ SIKAN BAŞBAKANA ''ONE MİNUTE'' TEPKİSİ;





“Sayın Başbakan, bizden yaşlısın.

İsrail’in insan öldürmeyi çok iyi bildiğini bildiğin gibi, Sudan Devlet Başkanı Ömer El Beşir’in de “marifetlerini” iyi bilirsin.

Darfur’da işlediği cinayetleri herkesten iyi bilirsin.

300 bin insanı nasıl katlettirdiğini, küçücük masum çocuklara yaptırdıklarını iyi bilirsin.

Bu zulme alkış tutanları, destek çıkanları kınıyoruz. Çünkü bu çocukları öldürenleri, bu insanları öldürenleri kalkıp da alkışlamak öyle zannediyoruz ki, o da ayrı bir insanlık suçudur.

Bakınız burada bir gerçeği, bir kenara atamayız.

Bir katili savunup, ona yardım ve yataklık etmek katliama ortak olmakla eşdeğerdir.

Excuse me,

Hud suresi 113. Ayet der ki: “Sakın zalimlere eğilim, yakınlık göstermeyiniz. Yoksa cehennem ateşi yakalar sizi.”

One minute.

Ama Tayyip Erdoğan 8 dakika konuştu... One minute...”


Genç Siviller ; http://www.gencsiviller.net/haber.php?haber_id=143


6 Mart 2009 Cuma

Ahmet Kaya dinliyordu ve rakı içiyordu...

Sevgili Asiçiçek , ''Bunalmak '' yazıma yazdığı yorumuyla aklıma bir anımı getirdi. Asiçiçek'in öğretmeninin ona ,'' hayır ,sen kürt değilsin !'' dayatmasına karşın ,kendisini ispat etmek zorunda kalması karşısında ,ona içimden aslında sadece şunu demek geçti ; '' elimden tut! '' ... Hiç alakası yok belki ama bu gece ''Yemekteyiz'' de gördüğüm Erkan'ı izleyince de aynı cümle içimden geçti ; ''elimden tut !''... Bir zamanlar Beyoğlu'nda ülkücülerden dayak yemiş bir travestiyle dertleşirken de içimden aynı cümle geçmişti... ''Elimden tut! ''...O cümle içimden çıkıp elele tutuşmuştu.


Hemen peşinden Okan Bayülgen'in ''Sade vatandaş'' programını izlerken, gözbebeğinde yılların birike birike gizlenmiş yaslarıyla konuşan Suavi için de aynı cümle içimden geçti ; ''elimden tut! '' ...Diyordu ki '' önemli olan Ahmet Kaya'nın, Yılmaz Güney'in,Nazım'ın cenazelerinin ülkeye getirilmesinden çok,onları yok eden zihniyetin bu ülkede son bulması.Böyle bir durumun siyasi oy fırsatçılığından istifade etmek değil...'' Sonra da ekledi ,''biz bu ülkeyi çok sevmiştik! ''...Yusuf Hayaloğlu'nu uğurluyorlardı ; Selda Bağcan,Yavuz Bingöl ,Onur Akın ve Suavi... Onların yüzlerini teker teker seyrederken , içimden ''hiç azalmadılar ama ne kadar az kaldılar '' dedim...

...............


Asiçiçek'in yorumuyla hatırladığım anıya gelince ;

Bayağı uzun yıllar önceydi, galiba 1990 filan (Ne bu be! Sanki Nasa ile ilgili bir film adı gibi ;Yıl 1990 ! )

Henüz 20 yaşındaydım ve henüz herkese karşı çok kibar ve çok hassastım... Beni zıvanadan çıkaran saçmalıklar silsilelerini yaşamaya başlamamış yüzü kızaran küçük bir kız çocuğuydum.


Üniversiteden arkadaşım ,hadi adı Seyhan olsun...Üniversiteden arkadaşım Seyhan , okurken evlendi. Bingöl'lüydü Seyhan...Ve ben bu kadar duru bir güzelliği o yaşıma kadar görmemiştim. Simsiyah ve uzun saçlar ,minik bir burun,duru bir cilt,inci gibi dişler ve buğulu bir bakış... Yüzünde en ufak bir boya dahi yok. Sanki bir bebek hiç bozulmadan büyümüş...İncecik bir bel ve orantısı tastamam bir vücut...Güzel demek neyse ,Seyhan da oydu işte... Fakat bu güzelliğin altında tuhaf bir sır yatardı ; yurtta kaldığımız zamanlardan bilirim ,sürekli halüsinasyonlar görürdü Seyhan. Ve bu sebeple odada uyurken hiç yalnız kalmak istemezdi. Aslında pek de yurtta kalmaz , genellikle sevgilisi varoluşcu Mehmet'in evinde kalırdı. Mehmet yaşça bizden büyük bir ağabey... Galiba Seyhan'ın onulmaz halüsinasyonlarını onarmaya da çalışıyordu...Fakat dışardan bakınca bile problemli bir ilişkileri vardı. Zaten de sürememiş, ayrılmışlar ... Sonra da Seyhan, Bingöl'lü bir aşiretin oğluyla evlenmiş...E Seyhan'ı bırakırlar mı?


Sonra bir gün telefonum çaldı...Yıl 1990-Nasa,PM 2.40... Seyhan telefonumu bulmuş, -ben evlendim ve İstanbul'a yerleştim,adresim şu ,bu akşam gel '' dedi... Çok sevindim . Sevdiğim bi arkadaşım İstanbul'a yerleşmişti. Böylece onu daha çok görebilecektim. Seyhan benim için özel bir insandı.

Evlerine gittiğimde henüz eşi gelmemişti. Kucaklaştık ; arkadaşlardan konuştuk ;çok mutluyduk birbirimizi yeniden bulduğumuz için.

Güzel bir masa hazırlamıştı ...Kısa bir süre sonra eşi eve geldi, tanıştık, hatta koyu bir sohbete daldık. Ahmet Kaya henüz faşistler yüzünden bu ülkeden gitmek zorunda bırakılmamıştı. Yaşıyordu , sağ idi... Seyhan'ın eşi ...Hadi adı Ömer olsun...Ömer, Ahmet Kaya'yı çok sevdiğini anlatıyordu. Fatih Kısaparmak'ın da yakınlarda bi yerde oturduğunu , geçenlerde o civarlarda bir dükkanda karşılaştığını ve asla Ahmet Kaya gibi insancıl bulmadığını ,soğuk nevalenin teki olduğunu filan anlatıyordu...Ortam çok dost,çok sıcacıktı...Ömer rakı içiyor , Seyhan masaya çerez koyuyordu...Konudan konuya atlıyor , kah kederlenip , kah gülüşüyorduk...

Ahmet Kaya dinliyor ve rakı içiyordu...Sonra konu nerden geldi bilmiyorum,
dedim ki ''ben dinlere inanmıyorum''...Bu kadar...''Ben dinlere inanmıyorum ''..Bir anda sanki herşey durdu, oda bir anda karanlığa hapsoldu , yanan mumlar nerden geldiği belli olmayan bir rüzgarla sanki 'püf ' diye söndü; o ana kadar gülümseyen Seyhan'ın yüzündeki gülümseme oracıkta dondu...Rakı içen ve Ahmet Kaya'yı dinleyen Ömer bana ,'' şu saatten itibaren seninle konuşacak hiçbir şeyim olamaz '' dedi...O andan itibaren bütün konuştuklarımız,herşey ama herşey silindi,gitti.Yerini pis bir suskunluğa bıraktı...

Suskunluk bazen öldürücü olur. Bazen suskunluk ezer, kovar,dışlar,yollar...Bir an önce eve gitmem, oradan kaçmam gerekiyordu...Taksiyle gitmekteki ısrarım bi işe yaramadı.

Çünkü henüz 20 yaşındaydım ve henüz herkese karşı çok kibar ve çok hassastım.

Bu sebeple hayatımın sonuna kadar bitmeyeceğini sandığım bir araba yolculuğuyla beni eve bıraktılar.Şimdiki aklım olsa Ömer'in arabasına binmezdim.

O bir türlü bitmeyen yolculukta Seyhan'ın aynaya yansıyan yüzünde yine kötü bir halüsinasyon peyda olmuştu ...Kocasının bu dışlayan tavrı karşısında eziliyor ama hiçbirşey yapamıyordu. Sadece Seyhan'ın yüzü değil , içinde bulunduğumuz o dostane saatler de ben o cümleyi söylediğim andan itibaren halüsinasyona dönüşmüştü.


Sonra biz aynı şehirde yaşayıp,Seyhan'la hiç görüşemedik.

Yasaklanmıştı arkadaşlığımız.

İşte belki bu da sebeplerden biri ; nerde asi bir rüzgar esse ,elinden tutmak isterim.





.........


Bu ne yaman çelişki anne?

3 Mart 2009 Salı

Ayrılığın hediyesi...




Bazı cenazelerde herkes doğruyu söyler; merhum gerçekten de iyidir.Ölüm ona hiç yakışmamıştır.Bu gidiş gerçekten de erkendir.

O'nun kelimeleri öyle delikanlı,öyle gönülden süzülmüş kelimelerdi ki herkes merak etti kimin yazdığını,dilden dile dolaştı;aşk oldu.Şarkıların gölgesinde kalmadı adı,şarkılar adıyla anıldı.

Teşekkür ederim,bu yaşıma kadar cümlelerinle hayatıma hediye ettiğin bütün anlamlar ve duygular için.