31 Mayıs 2009 Pazar

Yeni trend; aşağılamak için yazmak





İnsanın yazı yazmak için kendince bir sürü sebebi olabilir. Yalnızlık, yalnızlığını paylaşmak, duygusal ve düşünsel bağ kurmak için yazmak, kendiyle ve hayatla ilgili notlar tutmak, gözlemlerini yazmak , ben de varım demek , sistemi, sistemdeki yozlaşmayı eleştirmek ve bunun gibi bir sürü sebep...

Fakat benim anlayamadığım bir durum var, o da şu ; yazarken insan aşağılamak... Hani eleştirebilirsin, irdeleyebilirsin, bazı davranış kalıplarını ironi yaparak eleştirel mahiyette anlatabilirsin. Ama bu aşağılamak da neyin nesi ?

'' Aşağılamak'' fiili yazıda nasıl gerçekleştiriliyor ? Örnek vermek gerekirse şöyle;

İlk önce bir adet saf ve cahil görülen bir insan , bir nevi kurban seçiliyor. Otobüste yanına oturan herhangi bir insan ya da evine gelen yurtta kalan öğrenci kız ya da bir fincan kahve isteyen kapı komşusu.

Şimdi bu kişilerin gülünç olabilecek bir takım hal ve hareketlerini esprili bir dille anlatmak başka, sanki sen onlardan çok üstün bir zekaya sahipmişsin gibi alay ederek ezmek, aşağılamak başka. Yurt öğrencisi bir kız evine kalmaya geldiğinde , ona iğrenç mi iğrenç davranıp, onunla kafa bulup , neredeyse bir daha evine gelmemesini sağladığını anlatmanın neresi komik ? Bu yapılanları okuduğum zaman, yazanın ne kadar kötü kalpli ve terbiyesiz biri olduğunu düşünüyorum. Bunu yazan kişi benim gözümde üstün zekaya sahip, hazır cevap biri filan olmuyor . Aklıma bir anda Chucky bebek geliyor.

Otobüste yanına oturan birinden rahatsız olduğu halde , otobüs yolculuğu boyunca onunla muhabbet edip, telefonlarını alacak kadar kankalaştığını , ama '' o salağın'' daha sonra onu salak gibi aradığını , telefonlarını açmayıp da ona bir yerlerinle güldüğünü yazmanın neresi komik? Şimdi bunu okuyunca , yazanın ne kadar ikiyüzlü, oportünist, karakter bozukluğu olan biri olduğunu düşünüyorum. Ve yine hayalimde Chucky bebeğin görüntüsü canlanıveriyor.



Niye mi Chucky? Filmin repliğinden olsa gerek ; Chuckycik , '' merhaba benim adım Chucky. Senin en iyi arkadaşın olabilir miyim?" diye insanlara yaklaşır, sonra " Orospuu çocuğu seni öldürecemmm ! '' deyip saldırırdı. Aynı bu hesap işte.


Yani insanlarla alay etmenin, insanları tabiri caizse '' donunda salladığını '' yazmanın , okurun gözünde yazanı yücelteceğini, '' ayy valla o kadar üstün zeka ki nerde bir saftirik var, nerde bir insan var donunda sallıyor '' diye düşünüleceğini mi sanıyor acaba?

Valla ben hiç öyle düşünmediğim gibi bu tarz yazılar okuduğumda , yazanı çok itici buluyorum.

Ya da poposunu koltuğa yaydığı rahat mı rahat yerden onu, bunu, şunu asıp , kesenler var. İnsanlara bağırıyor yazısında. Siz diyor , siz var ya herşeye müstehaksınız ! Siz koyunsunuz ! Siz aptalsınız filan diye yazıp yine bir şekilde insanları aşağılıyor. Bunu yaparken de kendini yüceltiyor. Bir nevi tatmin. Bir nevi de değil, bayağı bayağı tatmin. Bu tarz yazıyla bağırmaların neticesinde biz okuyanlar şöyle mi anlıyoruz sanıyor acaba ? '' Evet , evet biz koyunuz, aptalız, salağız, bize herşey müstehak. Allah bizim bin türlü belamızı versin ! Bu bize bağıran da var ya çok üstün bir kişi yavv ! ''

Böyle mi sanıyor acaba?

Oysa ki ben şahsen bu tür bağıran yazıları okuyunca , böyle bir insanın her açıdan temelsiz olduğunu, sekter yapıda olduğunu görüp, böyle birinin ne için ve kim için yazı yazdığını sorguluyorum.

Peki ne yapmaya çalışıyor bu şekil yazarak ? Noluyor? İnsanları, halkı, ezilenleri, zavallıları, düşkünleri horlayınca ne oluyor?

Horlayan güçlüden , horlayanın ne farkı kalıyor ?

Çözümün ne? Ya da sorunlara çözüm bulmak gibi bir derdin var mı ki zaten senin? Böyle bir kaygın olsa önüne gelene saldırır, Chucky'lik yapar, yaptığın Chucky'likleri de sanki bir matahmış , bir üstünlükmüş gibi ballandıra ballandıra anlatır mısın?

Anladık, senden başka herkes aptal. Bunun için mi yazıyorsun sen ?

Ne kadar budalaca bir şey bu !

Bu tarz alaycı yazıları okuyunca oldukça büyük burnuyla alay edilen Cyrano de Bergerac'ın alaycı yaklaşımlara verdiği oldukça zeki yanıtı anlatan şu replik geliyor aklıma hep ;

Soylulardan kendini beğenmiş bir soylu olan Valvert, Cyrano'yu küçük düşürmek ister. Ama ne becerikli biridir ne de kültürlü. Cyrano'yu küçük düşürmek için aklına gelen tek söz ,"Sizin burnunuz çok büyük" tür.

Valvert - Siz! Sizin burnunuz... burnunuz...çok büyük. Çok.

Cyrano de Bergerac - Hepsi bu mu?

Valvert - Evet.

Cyrano De Bergerac - Bu kadarı az delikanlı.Halbuki neler neler bulunmaz söyleyecek. Asıl iş edada. Mesela,

Hoyratça: Burnum böyle olsaydı, mösyö, mutlaka dibinden kestirirdim.

Dostça: Yana yatmaz mı,senden evvel davranıp kadehine batmaz mı?

Tarifle: Burun değil bir kere, coğrafyada böylesine dağ denir. Dağ değil bir yarımada.

Meraklı: Acaba neye yarar bu alet? Makas kutusu mudur, divit midir izah et?

Zarifane: Kuşları sevdiğiniz besbelli! Yorulmasınlar diye yavrucaklar, temelli bir tünek kurmuşsunuz.

Pür neşe: Birader, şu koskocaman burnunla tütün içince komşu "yangın var" demiyor mu? Uyarıcı: Aman yavrum, bu ağırlıkla yere düşmenden korkuyorum.

Müşfik: Yaptırın ona küçücük bir şemsiye yazın fazla güneşten rengi solmasın diye!

Alimane: Aristophanesin hippocampelephantocamelos dediği hayvanın burnu böyle değilmiş derler.

Hazin: Bir de kanarsa olur Kızıldeniz, ne bela!

Hayran: Lavantacıya ne mükemmel tabela!

Lirik: Bu bir mühre boncuğu,siz de bir Triton musunuz?

Safiyane: Bu abide hangi günler gezilir?

Askeri: Süvarilere nişan alın!

Sivri akıllı: Onu piyangoya koymaz mısınız? Kesinlikle bu büyük bir ödül olurdu.

Ve hıçkıra hıçkıra nihayet, Pyriame gibi: Böyle berbat edip de yüzünü sahibinin şimdi de utancından kızarıyor, bak hain..

..........

İnsanı aşağılayan yazıları okurken içimden başka neler geçiyor ;

Acaba bu yazıyı yazan Tanrı Zeus çok mu kısa boylu ? Safhını seçmeden, safhını bilmeden, birilerini kendinden aşağıda görerek , otobüste yanına oturan kişiyi ; evine gelen , ailesinden uzak üniversite öğrencisini ; sistemin zalim mi zalim yokediciliği karşısında sinmiş ve susmak zorunda kalmış, kaybedecek pek çok şeyi olan milyonlarca ezilmişi , salt kendini yüceltmek için aşağılayan yazılar yazarak boyunun uzadığını mı sanıyor acaba?

O gün canı yazı yazmak istemiş, içi sıkılmış, içinde her zamanki çağdaş bulanımı, bulantısı var . Naapsa, naapsa? Geçti her halde klavyenin başına , harala hurala ,oturduğu yerden dötünü kaşıya kaşıya , kıs kıs gülerek, dünyanın dötüne parmak attığını sanarak, anlık, dengesiz hezeyanlarıyla, o an canı çekti, siniri kalktı diye harala hurala yazmaya başladı. Şaka da şuka da şaka da şuka da... Fakat belli bir temel olmayınca napar insan ? Karşısına sistemi alacağına ,zavallıları alır. Bilmez ki sistemin yozlaştırdığı bir insan modeli , bir idiot haline gelip de ezilmişleri, düşkünleri, zavallıları aşağılayarak ne aydın olunur, ne devrimci, ne de insan .Şaka da şuka da şaka da şuka da...Çıka çıka şu çıkar ; '' ay gerizekaaa, kalkmış bana yamuk yapıyoo... Sen kimsin kızım,dedıım, ben var ya seni donumda sallarım dedıım...Hııh! '' Aha, netice itibariyle sayfalarca yazdığı şeylerin bütün bir özeti aslında sadece bu cümleden bundan ibaret.

Şimdi ben ,
'' kendini solcu zanneden bir faşist ; sisteme kızdığını söyleyen ama insanı aşağılayarak kendine ve sisteme hizmet eden yardakçı ; sisteme nefes aldırmaya yarayan afırayıp, tafıramalarınla sadece gaz alan sistem hizmetkarı ; belki de tüm bunların farkında bile olmayan bir budala , yozlaşmış bir insan haline gelmemek lazım, Kazım ! '' diye yazacam ama bu tip yazılar yazan bana dese dese en fazla

'' zırtt erenköy ! '' diyebilecek.

Tıpkı kedinin kuyruğuna teneke bağlayarak doyuma ulaşan bir bilinç düzeyi gibi, yazılarında zavallılarla alay etmeyi büyüklük , meziyet sanan bir bilinç seviyesine sahip olmak, insanı '' zırt erenköy'' den başka yere götüremez çünkü.

Ama işte bu sanal kahramanlarımız, afırayıp, tafırayıp, asıp kesip, aşağılayıp,maytap geçip, her bi şeylere bi yerleriyle gülmeyi tarz yapmış olsalar da sadece birer rumuzun arkasına sığınmış ve rumuzdan ibaret idiot kahramanlar olarak , o yazdıkları idiotluklarının belgesi yazılarla yarattıkları etki şudur ; Kahramanım benim be / breh breh / rumuz kahraman / ne kadar aşağılarsa o kadar bayağılaşan.

Dip not: Yukarıdaki büyük resimdeki parmak işareti dilsiz alfabesinde '' boş konuşmak '' anlamına geliyormuş.




27 Mayıs 2009 Çarşamba

'' BASİTH'' e örnek vermek gerekirse...

Perihan Mağden'in türetmiş olduğu sevdiğim kelimelerden biri de '' BASİTH '' dir.

Sayın blog bugün de bu kelimeyle yakınen müşerref oldum. Aslında olamadım çünkü maaaalesefff beni tanımıyormuşşş.... Şöyle ki ;

Bugün bir devlet dairesinde birşey bekliyordum. Zaten bir devlet dairesinde hep bir şey beklenir. Devlet daireleri adeta bir şey beklemek için inşa edilmiş binalardır. Hatta bir önceki cümledeki ''adeta'' kelimesini derhal geri alıyorum. Adeta değil, devlet daireleri bilakis , özellikle bir şey beklemek için inşaa edilmiş yerlerdir.
Nereye gidiyorsun ? Kadıköy Bekleme Adliyesine . Ya da , -nereye gidiyorsun ? Tapu Bekleme Müdürlüğü'ne gibi. ( Ve aslında ne kadar hata ettiklerinin bir gün farkına varmış olacaklar da iş işten geçmiş olacak. Çünkü kendimden de biliyorum, oralarda bekleyen insanlar , bekleye bekleye ,düşüne düşüne öyle bileniyorlar öyle bileniyorlar ki ...)

Neyse işte bir devlet dairesinde yine bir şey beklemekteyim, tam karşımda benim gibi bir şey beklemekte olan kızın biri dikkatli dikkatli bana bakıyor. O bana dikkatlice baktığı için ilgimi çekti, ben de baktım. Hayır yani , o bana dikkat kesilmese ben zaten , sadece görmek istediklerini gören, görmek istemediklerini görmeyen , algıda seçici, evinin karşısında açılan koskocaman PTT'yi bile aylar sonra farkeden uyurgezer bir tip olduğumdan onun farkına bile varmayacağım. Bir de genetik olarak , dedelerimden, atalarımdan sülalemden gelen bir huyum var ki yüzleri asla unutmam. Hani isimler çok aklımda kalmaz ama yüzleri kalır. Bu kızı da bir yerden tanıyorum. Kızın , ' ben sizi çok iyi tanıyorum '' diyen ısrarlı bakışları karşısında artık ister istemez '' sizi nerden tanıyorum ? '' diye sormak zorunda kaldım. Ve bu cümle ağzımdan çıkar , çıkmaz da farkına vardım ki bu kız bizim fakülteden bir kız. Büyük ihtimalle de bir alt sınıfta okuyordu. Ama bu arkadaş, Türkan Şoray'ı nasıl ve ne kadar çok tanıyorsa beni de aynen ve o kadar da iyi tanıdığı halde BASITH olduğu için '' alla alla, ben sizi hatırlamaayorummm '' dedi ve ısrarla beni hatırlamama gayreti içine girdi.

Yani hayatım, sen beni eşekler gibi hatırlıyon da , netice itibariyle senin gibi BASİTH biri beni hatırlasa nolcak, hatırlamasa nolcak? Allah beni kahretmesin ki suratları unutmama gibi genetiksel bir huyum var da senin suratını unutmamışım. Ya da bu huyuma yat , kalk , dua et de , ben seni hatırlamışım. Kaldı ki bu kadar BASİTH şeylerle uğraştığın için asıl ben seni kimsenin hatırladığını , hatırlamak isteyebileceğini sanmıyorum . Ya da hafızalarda kaldıysan da büyük ihtimal , '' ha , o mu ? O mokuyla kavga eden, mokuyla didişen mi ? '' şeklinde kalmış olabilirsin.


Meğerse , bana bakmasının sebebi '' ay ben sizi hatırlamaayorummm '' gibi BASİTH 'ce bir cümleyi kurmak ve böylece kendini kuşlar kadar hafif hissetmek içinmiş.

Neyse ki arkadaş bayağı bi hafiflemiş olarak, yepyeni bir konuda, yepyeni BASİTH 'likler yapmak ve mokuyla kavga etmek üzere kalabalığa karışarak ,ırayıp, gitti.

Yalnız o kadar BASİTH' ti ki aynı okuldan olduğumuzu bir cümle ile dahi olsa lakırdılamış olduğumuz halde , ayrılırken bile '' iyigünler '' demeyecek kadar BASİTH ve pisniyetini ele verir tarz bir davranışta bulunmayı da ihmal etmedi.


Ne hale gelinmiş... Yazık...

Tabi ki tahmin olunacağı üzre ben şu an çok derin acılar içerisindeyim. Zaten bu yazıyı da bu arkadaşın bendeniz cennetkuşunu tanımamış olmasından mütevellit derrin bir elem, derrin bir keder, derrin bi savruluş, yokoluş, sarsılış , debeleniş (allah ne verdiyse artık ) ve kendine olan güveni yerle yeksan eylenmiş biri olarak kaleme almış bulunmaktayım. Beni tanımadı ya, bitirdi kız beni... Beni tanımadın ya, ben ona yanıyorum ! Ahh karanlık! Ahh karanlık ! Yeter artık yeter! Kendisi bana rağmen beni tanımamış olmakla bende öyle bi teessür, öyle bi teessüf yarattı ki uuzzuunn süre toparlanacağımı , kendime gelebileceğimi sanmıyorum. Bu sebepledir ki Büyükada' da bulunan pedere ait sayfiye evimize çekilmeyi ve bundan sonraki hayatıma müzmin bir hasta olarak kapalı perdeler arkasında devam etmeyi tasavvur etmiş durumdayım.

İzninizle... Hıck !
......


Şaka bi yana , bu vatandaşın tüm bu BASİTH 'liği sonucunda ne pigme kadar olan boyu uzar ne de bu BASİTH, beni hatırlamadı diye bana bişi olur da eksilirim.

Ey fakültedaş pigme , bilir misin ki sen beni maalesef ki tanıyamadın (!) ama , ben sayende BASİTH nedir'i deneysel olarak anlama imkanını yakaladım. Hıck!

........

Lan ben iyi ki erkek olmamışım, iyi ki ! Zaten de bu tipler yüzünden kesin gay olurdum... Kesin!
La ilahe ve la kuvvet! İnna tayna kel kevser, süphaneke, ve bi hamdik, ve la çattuk !

23 Mayıs 2009 Cumartesi

Oğuz Atay /Tutunamayanlar


'' Mısra 433 ve sonrası:
Her kılında bir mızıka bulunan Deccal'ın

... Selim ne yapabilirdi? İnsanlar doğru yoldan ayrılmıştı ve ''mücazat ve mükafat '' ın gene ortaya çıkması gerekiyordu. İsa'nın ikinci gelişinin de geciktiğini görünce, birden ortaya çıktı ve insanlara şöyle buyurdu :

Ne yazık onlara ki çıkarlarına dokunulmadıkça doğru yola gitmezler ve
Allah'ın kendilerine sunacağı nimetleri bilmezler.

Ne yazık onlara ki kalpleri temiz olmadığı için herkesi kötü sanırlar ve
günahsıza ve günahkara bir fark gözetmeden kötülük ederler.

Ne yazık onlara ki duygulu çekingenliği korkaklık, samimiyeti
yaltaklanma ve yardımı bir baskı sayarlar.

Ne yazık onlara ki kendilerine açılan saf bir kalbi zaaflarından
istifade edilecek, istismar edilecek bir akılsız sayarlar.

Onların , geleceği yaratan insanlar arasında yeri yoktur.
Unutulacaklardır.

Bir gün bütün değer yargıları değişecek ve yargılananlar yargıç, eziyet edenler de suçlu sandalyesine oturacaklardır ve onlar o kadar utanacaklar, o kadar utanacaklar ki utançlarının ve suçlarının ağırlığı yüzünden ayağa kalkamayacaklardır.

O zaman , akıllı ya da akılsız bütün ezilenler, yani bizim caddedeki insanların çoğu... yargıç kürsüsünde bulunacağız.

Mahkemede, suçlu sandalyesinde , bilerek ya da işledikleri suçları bilmek zahmetine katlanacak kadar dahi düşünmediklerinden bilmeyerek, eziyet eden, hor gören, aşağılayan, ihmal eden, aldırmayan, unutan, kötüleyen, alay eden,ıstırabı paylaşamayan, insanlar arasına duvarlar çeken, küçümseyen, çaresiz bırakan, yalnız bırakan, terkeden,baskı yapan, istismar eden,ezen,cesaret kıran, iyilik etmeyen,değer vermeyen,kalbi temiz olmayan,doğruyu yanlış gösteren, yanlışı doğru gösteren, samimiyetsiz,insafsız, korkutan,yanına yaklaştırmayan, başkasının yaşama hakkına saygı duymayan ve kendinden memnun olabilmek için her davranışı meşru sayan onlar, yani bizim küçük kalabalığımızı hava sızdırmayan tabakalar halinde üst üste saran, nefes almamızı dahi engelleyen, yani mahallemizin bütün bileği kuvvetli ve içi boş küçük kabadayıları ve onların büyük ortakları, yani esasında sayıca üstün olanlar, yani her zavallıdan daima bir rütbe bir kademe bir sınıf yukarıda olanlar,yani şekilsiz hüviyetleriyle daima vuran ve kaçınabilenler,yani hem ezip hem de ezdiklerini kabul etmeyenler, yani bir mertebe aşağıdayken ezilen ve bir derece terfi edince ezenler, yani çırağını, birşeyler öğretmesine karşılık her zaman döven ve ona insan muamelesi etmeyen ustalar, muavininin başına vuran şoförler ve onlarla birlikte memurlarına dalkavukluk ettiren amirler, duygusuz amirlerle birlikte garsonlara paralarıyla orantılı olarak bağıran müşteriler ve kaba müşterilerle birlikte hakkını arayanlara yumruklarını gösteren görevliler ve yetkilerini kötüye kullanan görevlilerle birlikte bilgisizin bilgisizliğini suratına çarpan ve ondan bir kelime fazla bilen bilgiçler, yani öğrenmek isteyen herkese eziyet eden öğreticiler ve onlarla birlikte bilgisizlerin bilgisizliğine gülen onlardan daha bilgisizler ve cahillerle birlikte her değişik davranışa saldıran şekilsiz kalabalık ve kalabalıkla birlikte onlara alkış tutanlar ve onlarla birlikte her tartışmada bayağı usullerle haklıyı haksız çıkaranlar ve onlarla birlikte her savaşta kazananı tutanlar ve onlarla birlikte kimseye zararı olmayan zayıfları ezerek kuvvetli olma duygusunu tatmin edenler ve onlarla birlikte her zaman ve her yerde her sınıftan ve her ideolojiden ve her düşünceden insanlar arasında daima ön safa geçerek aslan payını kendilerine ayıranlar ve ayırır ayırmaz insanlarla aralarına aşılmaz duvarlar örenler ve böylelerine her zaman haklı çıkarıcı bahaneler sebepler yasalar kurallar sınıflamalar bulup çıkaranlar yani her zaman insanları insanlardan ayıranlar ve onları birbirlerine düşman edenler ve onlara körü körüne uyan kalabalıklar ve gerçeği boğanlar ve onlarla birlikte insanı bu koca dünyada yalnız bırakarak arkadaşlık dostluk sevgiyle uzatacakları sıcak bir elleri olmayanlar yani elsiz gözsüz akılsız kalpsiz ve kansız gerçek sakatlar yani onlar onlar onlar onlar onlar onlar... karşımıza oturacaklar.

Ve biz onlara diyeceğiz ki:
Hesaplaşma günü geldi. Şimdiye kadar yalnız din kitaplarında yargılandınız. Biz fakirler,zavallılar, yarım yamalaklar,, bu kitapları okuyup teselli olurken içinizden güldünüz. Ve çıkarınıza baktınız. Hatta gene sizlerden, sizin gibilerden, büyük düşünürler çıktı ve bu kitapların bizleri uyuşturmak için yazıldıklarını ileri sürdüler. Biz zavallılar, ya bu düşüncelerden habersiz kaldık, ya da bunları yazanları bizden sanarak alkışladık. Yani uyuttular alkışladık, uyandırıldık alkışladık. Her ne kadar bugün siz suçlu, biz yargıç sandalyesinde oturuyorsak da gene acınacak durumda olan bizleriz. Esasında , sizleri yargılamaya hiç niyetimiz yoktu; sizin dünyanızda , o dünyayı bizlerin sanıp yaşarken, hepinize hayrandık. Sizler olmadan yaşayabileceğimizi bilmiyorduk. Ayrıca, dünyada gereğinden çok acıma olduğuna ve bizim gibilerin ortadan kaldırılmamasının sizlerin insancıl duygularına bağlandığına inanmıştık. Bu çok masraflı dünyada bir de bizlere bakmanız katlanılması zor bir fedakarlıktı.Arada bir bize benzeyen biri çıkıyor ve artık yeter diyordu. Onunla birlikte bağırıyorduk: artık yeter! Bazen kazanıyorduk, bazen kaybediyorduk ve sonunda her zaman kaybediyorduk. Onlar da sizler gibi onlardı. Düzeni çok iyi kurmuştunuz. Hep bizim adımıza, bize benzemeyen insanlar çıkarıyorduk aramızdan. Kimse bizim tanımımızı yapmıyordu ki biz kimiz bilelim. Gerçi bazı adamlar çıktı bizi anlamak üzere ; ama bizi size anlattılar, bizi bize değil. Tabii sizler de bu arada boş durmadınız. Bir takım hayır kurumları yoluyla hem kendinizi tatmin ettiniz, hem de görünüşü kurtarmaya çalıştınız. Sizlere ne kadar minnettardık. Buna karşılık biz de elimizden geleni yapmaya çalıştık : kıtlık yıllarında , sizler bu dünyanın gelişmesi ve daha iyi yarınlara gitmesi için vazgeçilmez olduğunuzdan, durumu kurtarmak için açlıktan öldük; yeni bir düzen kurulduğu zaman, bu düzenin yerleşmesi için, eski düzene bağlı kütleler olarak biz tasfiye edildik ( sizler yeni düzenin kurulması için gerekliydiniz, bizse bir şey bilmiyorduk); savaşlarda bizim öldüğümüze dair o kadar çok şey söylendi ki bu konuyu daha fazla istismar etmek istemiyoruz ; bir işe, bir okula, müracaat edildiği zaman fazla yer yoksa , onlar kazansın, onlar adam olsun diye biz açıkta kaldık ; yani özetle, herkes birşeyler yapabilsin diye biz, bir şey yapmamak suretiyle, hep sizler için birşeyler yapmaya çalıştık. Bütün bunlar olurken birtakım adamlar da anlamadığımız sebeplerle anlayamadığımız davalar uğruna yalnız başlarına ölüp gittiler. Böylece bugüne kadar iyi (siz) kötü (biz) geldik. Bize,sizleri yargılamak gibi zor ve beklenmeyen bir görev ilk defa verildi; heyecanımızı mazur görün.

Aramızda hukukçu olmadığı için söz uzatılmadı, sanıkların kendilerini savunmalarına izin verilmedi. Gereği düşünüldü. Sanıkların ellerinden başarılarının alınmasına oybirliğiyle karar verildi. ''

Oğuz Atay / Tutunamayanlar/ shf 220-226

20 Mayıs 2009 Çarşamba

Papatyaların en güzeline ;


Bizler şanslı sayılan çocuklardık. Defterimiz de oldu, kalemimiz de. Şımarma hakkımız da oldu çokça ,okulu asma hakkımız da... Seç, beğen, oku okullarımız ; gani gani öğretmenlerimiz ; beğenmediğimiz öğretmenlerimizi değiştirmelerimiz; annemize babamıza okulu, öğretmeni şikayet etmelerimiz bile oldu belki de...

Ha bu da mı yetmedi, dershanelerimiz, takviye kurs hocalarımız...

Öğretmenlerimiz derslere girdiler; çünkü bir gün mutlaka makus talihlerinin güleceğini düşünüp, her günü şafak günü gibi saydıkları sürgün yerlerinden bir an önce kaçıp , kurtulmayı hayal ettikleri, unutulmuş, yoksayılmış kuş uçmaz, kervan geçmez köylerde öğretmen değildiler.

Analarımız , babalarımızsa yakılan ,yıkılan köylerin ana babaları olmadıkları için umutlarını, düşlerini, rüyalarını yitirmiş değillerdi. Kuş uçmaz, kervan geçmez köylerde ,mezralarda , bir o yandan ,bir bu yandan , nefessiz ve çaresiz kalmış da değillerdi. Can pazarı değildi bizim yaşadığımız şehirler, okullarımız da harabe. O sebeple bizleri okula göndermekte bir beis de görmediler.

Onlar, o yanan şehirlerin, köylerin, mezraların çocuklarıysa şanslı değildi bizim kadar. Döv-let unutunca ,''kardelen '' dendi onlara.

Halk arasında "garipçe", "Öksüz Ahmet", "boynu bükük" 'de denilen kardelen...

Bundan belki 70-80 yıl önce okula gitmek için ayağına çarık bulamayan ana babaların hikayeleri, bizim yaşadığımız şehirlerde devam etmiyor diye anı olarak kaldı sanılıyor.

Bize uzak olan herşey ,yok sanılıyor.

Bundan 70 yıl önce Türkiye'sinin koşulları, bize uzak , bizim şehrimize uzak binlerce köyde, kazada, mezrada aynen devam ediyor.

Herşeye verecek bir cevabı, söyleyecek hazır-yapım bir lafı olan mükemmelötesirejimin ise kardelenlere gözleri kör, kulakları kapalı.

Mükemmelötesiultraharikarejim ,sefil çocukları 100 yıldır kaderine terkediyor.

Sonra bir kaç iyi kadın ve bir kaç iyi adam yaratıyor.

Türkan Saylan , o değerli insan , nerede bir düşkün varsa elini uzattığı hayat öyküsüyle gönülden alkışlanmalı. Hatta belki utanılır da , 17 yıl boyunca kanser hastası olan bir kadının, kendi yaşamsal sorununu dahi yoksayıp , başkalarının sorunlarına kendini adamışlığı karşısında.

Bizler mutlaka alkışlarız.
Utanırız da belki çağdaş sorunlarımızdan, çağdaş bunalımlarımızdan, kendimizi hayatın merkezine koymuşluğumuzdan.

Ders olur belki kimimize 'sevgili', 'yalnızlık', 'kimse beni anlayamaz ' vs. gibi çağdaş sorunsallarımızdan kafamızı kaldırırız.

Ya da

alkışlayacak birilerini aramaktansa,

az sonra herşeyi unutacak, elinde aranjman çiçekle fön kafalı aranjman histeri nöbetleriyle ölenleri uğurlamaktansa,sebepleri sorgularız belki...
Neden su alırken bile ödediğimiz katma değerlerin okul olarak bile kardelenlere geri dönmediğini sorarız belki...

Türkan Saylan'la günah çıkartanlara ve bizi kimin, kimlerin yönettiğine bakarız belki,alkışlamaktansa.

Bu ülkenin yönetimine talip olmuşların ; görevleri, sorumlulukları, yükümlülükleri olduğu halde , 100 yıl önceki Türkiye koşullarını bu halka yaşatanların ;

savaşı kaşıyıp da ''barış'' diyen herkesi sakıncalı ilan edenlerin ; silaha milyarlarca dolar yatırıp da eğitimi ''kardelenler '' kampanyasına mecbur bırakanların ; hala daha ,tıpkı 100 yıl öncesindeki gibi okumak için bırakın öğretmeni, okulu bulmayı , çarığa muhtaç çocukları, yüce gönüllü insanların kişisel gayretlerine terkedenlerin ,

Türkan Saylan'ı alkışlamaya , Türkan Saylan'ın insanlığından nemalanmaya hakları yok.

Zira silaha, savunmaya, savaşa ayrılan milyarlarca dolardan , devede kulak olabilecek bir miktarla dahi pekala çözülebilir eğitim sorunu. Bir kaç bombardıman uçağı az alırsın mesela.

Çocukların okumaması,uyanmaması,düşünmemesi için gereken her türlü sebebi hazırlayanların ; bu sefaleti yaratanların ,çocukların eğitimi için mücadele edeni alkışlamaları ne derece inandırıcı olur? O var etmeye çabalarken, sen yok ediyorsan, görmüyorsan, yok sayıyorsan , sonra da Türkan Saylan'ı onore edici laflar edip, jestler filan yapıyorsan... Anormal değil mi bu?

Tıpkı insanlık için kendi yangınını, acısını unutmuş bir kadına çamur atabilecek kadar alçalmış bazı gazeteler ve alçaklar kadar anormal.

O'nun hayatına bak ; O , senin eserin kardelenleri ,yani en sert , en zor, en çetin koşullarda bile açan çiçekleri, yani boynu bükükleri, öksüz Ahmet'leri, garipçeleri ,sana rağmen var etmeye çalışmış bir kaç iyi kadından biri.

Sen alkışlama Türkan Saylan'ı,

sen taçlandırma.

Sen, az sonra, gömdükten az biraz sonra herşeyi unutacak histerik fön kafa, sen fötr kafa, militarist kafa,çağdaş kask kafa,sen oligarşik ,kalın çerçeve gözlüklü bön kafa, sen alkışlama.

Anlamsız oluyor zira.
..........

Binlerce insanın duasını alarak , binlerce insanın yaşamına bıraktığın anlamlı ve derin izle hoşçakal papatyaların en güzeli.

13 Mayıs 2009 Çarşamba

Bira ile kokoreç...



Arka masada sadece seslerini duyduğum yüzünü göremediğim insanlar konuşuyordu .55-60 yaşlarında bir adam sesi, yanındakilere şöyle dedi ;

- şükürler olsun ki istediğimiz herşeyi yiyebiliyoruz.

İlk başta ne güzel bir şükür diye düşündüm. Sonra da ne bencil bir şükür diye.Be adam,sen her istediğini yediğin için şükür ederken, yiyemeyenleri düşünmüyordun bile.

Tam kokoreçime büyük bir ısırık atacaktım ki bana böyle ince şeyler düşündürten bu adamın varlığı için şükür mü etmeliyim diye düşündüm. Yoksa içimden , - mok ye be adam mı demeliydim. Bilmiyorum. Çelişkide kaldım. Sonra baktım ki esas moku sanki ben yiyorum. Kokoreç.

Arkamdaki başka bir masadan sadece sesini duyduğum 30 yaşlarında bir kız, masadaki diğer kıza şöyle dedi ; - pazar günleri benim için hep sıkıcı olmuştur.
Öbürküsü de onayladı - evet benim için de.
''Ama ''diye devam etti ilk konuşan, ''sevgilisi olanlar için pazar günleri sıkıcı değildir.

İlk başta değişik bir düşünce diye düşündüm. Sonra da ne banal diye. Salt bir sevgili ile mutlu olunabileceği kurgulanan bir pazar günü.

Tam biradan koca bir yudum dikleyecektim ki bana böyle değişik şeyler düşündürten bu kızın varlığı için teşekkür mü etmeliyim diye düşündüm.Çelişki de kaldım. Sonra baktım ki esas hüznü sanki ben içiyorum. Bira.

10 Mayıs 2009 Pazar

Öykü ve Berk'in şarkı söylemediği bir memlekette yaşamak istiyorum !

Dün gece bir sevgili arkadaşla Okan Bayülgen'in Disco Kral'ını seyrederken ve Okan hariç orada cereyan eden herşeye kıl olurken ve kıl olduğumuza bile kıl olurken ,arkadaş ,'' Öykü ve Berk'in olmadığı bi ülkede yaşamak istiyorum diye bir sayfa açılmalı Facebook'ta '' dedi. Bu fikri çok tuttum zira ben ve yakın çevrem bu ikiliyi gördüğümüz her yerde bi güzel pataklamak gibi tuhaf bir ruh haline giriyoruz. Oysa bizler şiddete karşı insanlarız. Ancak bu ikiz kardeşleri, bu türküleri sözde İspanyollaştırıp da bir an evvel köşeyi dönme üzerine tasarlanmış bir kurnazlıkla beynimizi şeyeden bu yapayikizleri nerede görsem , jilet arama ihtiyacı içine giriyorum. Zaten dandiri bir türkü olan '' Evlerinin önü boyalı direk '' i daha da dandirileştirip , '' Evlerinienn önüee boyalı direkk eeeeeeyykk ekkkk ekk eee eekkkk '' diye ispanyollaştırmanın manasızlığında, durduk yere içimdeki Mister Hyde'ı hortlatıyorlar. Bunu dürtüklemeye hakları yok öyle değil mi ? E yeter ama di mi ? Bir yere kadar.

Aslında '' Şişşt sistem ,sana ne ben anneysem ! '' diye bi yazı yazmıştım. Fekat Öykü ve Berk ikizlerini izledikten sonra herşeyin çok anlamsız olduğu kanısına vardım. Öykü ve Berk'ler (hem de ikizi birden ) olduğu sürece ve onları dinleyenler olduğu sürece öyküler, şarkılar, türküler, şiirlere yazık be...

Maalesef ki ruh ikizim olmayan bu ikizleri her gördüğümde pek çok özlü sözle birlikte hayalimde hep şu görüntü peydah oluveriyor ;

Öykü ve Berk orta halli bir ailenin laik, ilke ve inkılaplı Chucky çocukları olarak her yaz Ayvalık'taki orta halli laik site yazlıklarına giderler. Orda laik yaz akşamlarında herkesten kopuk ve yalıtık takılan Berk , ağır abi bi şekilde laik ve çağdaş gitarını tıngırdatırken, hem ruh hem de cenin ikizi güzeller güzeli Öykü'ye musallat olan laik, ilke ve inkılaplı çağdaş kızlar, '' Öyküee, Öyküee, Berk'e tapıyoruzz yanee ! '' diye Öykü'ye yılışmaktadırlar. Öykü içinden hınzır hınzır gülerek bu yılışık ve (mutlaka ) ikiz-cenin abisine tapmak zorunda olan kızlarla dalgasını geçmektedir. Bilmez ki bu şapşal kızlar , bu dünyada Öykü'den daha güzel, Öykü'den daha akıllı, Öykü'den daha başarılı , daha laik , daha çağdaş bi kız ikiz daha yoktur ve Berk sonsuza kadar Öykü şarkı söylerken (h)ayran (h)ayran Öykü' ye bakacaktır.Pöhh!

Hikaye bu valla...

Jileeettt!

Şimdi minik kızım, annem ve babamla şöyle Adalar' a doğru bi uzanıcaz. Yok, Öykü ve Berk ( hem de ikizi birden ) yüzünden başka bir adaya gitmiyorum. Onlar gitsin. Annem arzu etti, '' Anneler Günüsü '' şeysi yüzünden gidiyorum. Ama asıl amacım kızımla vapur gezisi yapmak.

Öykü ve Berk ikizi rica ediyorum İspanya'da şarkı söylesin, varsa İspanyol türkülerini katletsin. Ama orada da rahat durmaz bu sefer de İspanyol şarkılarını Türkçeleştirir bunlar bak doğru ya... Tüh ! O zaman Öykü ve Berk'i uzaya gönderelim ,uzayın boşluğuna şarkılarını icra eylesinler. Bunun için derhal Nasa ile bağlantıya geçilsin. '' Uzay mekiği nasıl yapılır? '', '' malzemesi nelerdir? '' ''astronot nasıl olunur? '' , konulu kurslar, seminerler verilsin. Ya da pratik hayatta Bostancı oto sanayiinde harikalar yaratan '' ulen var ya ben istesem ,imkan verilse şu Doğan görünümlü Şahin'i uzay mekiği bile yaparım bee! '' diyen sanayi ustası Şakir abinin deneyimlerinden yararlanılsın.

Anneler Günüsü şeyim, dileğim ; Öykü ve Berk ikizinin şarkı söylemediği bir ülkede yaşamak istiyorum !

5 Mayıs 2009 Salı

'' Bach'' sın bu dünya Wolfgang abi !...

'' ...ulan istanbul! bu bana reva mıdır?
ulan o denli sevmişim, müstahak mıdır?
..ktirip gidiyorum başınızın çaresine bakın
arabesk dinleyeceğim işte!
rakı içeceğim
intihar edeceğim
kıçınıza kına yakın! '' /Küçük İskender/Ayrılığınanatomisi

.........


İster Johann Sebastian Bach dinle (bah bah,dikkatini çekerim tam adıyla yazmışım ),

ister Wolfgang Amadeus Mozart ( bah,gördün mü yine tam isim, bir tek harf yanlışlığı dahi bulamazsın, hiç boşuna uğraşma,o kadar copylemişiz, eşeği sağlam kazığa bağlamışız, pöh! ),

istersen Paul Gauguin'le gayet Post-Empresyonist takıl

ya da Picasso'yla mavi dönemden geç, pembe döneme gel, hafif sağ yap ve Kübizm'de karar kıl ,

istersen Johann Wolfgang von Goethe'nin Faust'unu ezbere bil ,

ister Irvin D. Yalom'un '' Nietzsche Ağladığında'' sını yala,süpür , sil

veya Friedrich Wilhelm Nietzsche'yi bütün bir öğrencilik hayatın boyunca kolunun altında gezdir ,

veyahut Franz Kafka'yı okudun diye başın arşa deysin... Ah ah ah Charles Bukowski'yi sakın unutim deme ,valla dayak yersin !

Filhakika Krzysztof Kieslowski'nin Üç Renk Üçlemesi: Mavi, Beyaz ve Kırmızı en baba filmin olsun

ve tabii Yönetmen Sergei Eisenstein'in ''Potemkin Zırhlısı'' nı da atlamamak lazım...

Aha bak söylüyorum, eğer bu toprakların insanıysan , ben senin dönüp dolaşıp da bir gece vakti ansızın, böyle burnun kırmızı, dilin pelte,yerde yuvarlanırken şu şarkıya eşlik etme ihtimalini sevdim ;Batsın bu dünyaa / Bitsin bu rüyaa / kula kulluk edenee / yazzıkllarr olsunnn !...

Anladın mı Johann Sebahattin Bach abi ? Ne demiş ne mutlu ( ve hep mutlu,lay lay lom, eller havaya ,ne kadar da kutlu ) Türk gençliği ? : '' kasma yanee...''

İşte Arabeskin Kübik, Post Empresyonist hali ve kısaca biz buna 'damar ' diyoruz be Wolfgang abi... ;






Devam edecek...Kimbilir, belki...Kader be...Ahh ahh!

4 Mayıs 2009 Pazartesi

Hiç-biri...

Arabayla giderken ve sımsıcak bir günün öğleden sonrası '' neden bu kadar kalın giyindim ki '' diye düşünürken, hava aniden serserilik yapmak istemiş de gökten deli yağmurlarını sağanak sağanak boşaltırken , sileceklerin yağmurla valsini izleyip müziği dinliyordum. O müziği... Arabadaki diğerlerinden kimisi kaçık çorabına canı sıkılmış,kimi ise sevgilisiyle kaçamak mesajlarla flörtleşirken; ve o ana kadar biz bir sürü şeyi paylaşmış iken veyahut da öyleymiş gibi görünüyorken hiçbiri o müziği duymadı. ''Bu şarkı kimin ?'' diye sormadı. O ana kadar ve sadece o andan sonra onları sevdim. Ha unutmadan , o anın önemi 1 kelime ; şuur... Koy bunu cebe, sakla ve hiç unutma, hep hatırla... O andan sonra da çok güldüm, çok eğlendim, şakalaştım, kederlendim ... Hatta birlikte halay da çektim.

Bütün bu hayat telaşelerine, yetişilmeye çalışılan her kaçan yere, kaçık çoraptan utanmaya , karmaşa, kir, pas, pislik ve en kötüsü çirkefliğe rağmen , bunca şeyin içinde ve ortasında kısılıp , kıstırılıp nefessiz kalmışken bile '' bu müziği'' duyacak biri, birileri lazım diye birşeyi onlara hiç demedim/ diyemedim/ diyemezdim.

Bunu öğreneli çok zaman oldu.


Nicos/ Mediterraneo/ Muwashah


Dipnot; Oysa... ; lokantalarda, restaurantlarda , sokaklarda ,orda, burda, çok çok uzaklardan gelen ya da görsen sana değecek kadar yakınından geçen o sesi , o güzel müziği çatal bıçak seslerinde yitirmeyip de uğultudan, gürültüden, kalabalıklardan çekip çıkarabilenlere; o müziği, o zamansızlıkta duyanlara ; o çok ama çok önemli '' ben ben ben'' lere kilitlenmiş aynasızlardan ; daima, sürekli, mütemadiyen, hep , her zaman kendini kendini kendini anlatanlardan ; bende seni, sende beni duymayan ve ben'inde ve o kahrolasıca merkezinin şuursuzluğunda debelenip duran sağırlardan sıyrılıp da gökyüzüne bir güvercin gibi süzülüp arşa doğru yükselirken , aşağıda kalan '' ben ben ben'' lere hoşçakal bile demeden uçmaya sevdalı olanlara şimdilik Yunanlı sanatçı Nicos'un Mediterraneo albümünden , şu 2 '' hayat öpücüğüysü '' ;

Muwashah
Elazubie

2 Mayıs 2009 Cumartesi

Mutlu bir hayat filizlenir kavganın ufuklarında /Ahmet Altan


''

... Ezilen kitleler meydanlara “bir umutla”, bir “hayalle”, bir “beklentiyle” giderler.

Çoğunluğu ordunun denetimine girmiş olan sendikaların, işçiye, emekçiye, yoksula, ezilene “bir umut” vermesi mümkün mü?

1977’de Taksim’de öldürülen yoldaşlarının katillerini aramayanların, o katillerin bugünkü uzantısı olan çetelerle kolkola girenlerin, kitleleri harekete geçirecek bir “hedefi” ortaya koymaları mümkün mü?

“Devrimciliği”, Ergenekon yandaşlığına, ordu hayranlığına indirgemiş olanların bir heyecan yaratması mümkün mü?

Devrim halkla olur.

Devrimi “orduyla” yapmak isteyenlerin “devrimci bir ateşi” yakmaları mümkün mü?

Bugün “devrimci” etiketini benimseyerek ortalarda dolaşanların çoğu eski yoldaşlarının katilleriyle çoktan anlaştılar.

“Devrimcilik, ilericilik, solculuk” diye “faili meçhullerin faillerini” koruyanlara, canileri umut olarak görenlere, darbeciliği alkışlayanlara rastlıyorsanız, “devrim” bir umut olur mu?

Devrim, böyle bir şey değil.

Devrim, cesaret ister.

Devrim, mücadele ister.

Devrim, sisteme ve o sistemin silahlı bekçilerine kafa tutmak ister.

Devrim, değiştirmek ister.

Devrim, halkına güven ister.

Devrim, halkına zulmeden gaddar darbecilerden hesap sormak ister.

Asker postallarının arasında dolaşmaz devrimci.

Ezilen türbanlı kızlara, vurulan Kürt çocuklarına, ibadethanesi kapatılan Alevilere, işkencede öldürülen solculara arkasını dönmez devrimci.

Sistemin işbirlikçisi olmaz.

Öyle o partiyle, bu partiyle uğraşmaz, bütün o partilerin arkasında duran ve adına “sistem” denilen yapının üstüne gider doğrudan.

Bir amacı olur.

Bir hedefi olur.

Halkının en özgür, en zengin, en mutlu yaşayacağı yolu açmak için uğraşır.

Halkından nefret ederek, halkını küçümseyerek, halkını horlayarak devrim mi olur, devrimcilik mi olur?

Efendilerinin postal bağlarını kendine bayrak yapanların devrimciliği, sahtekârlıktan başka bir şey değildir.

Devrim, sahtekârlarla olmaz.

Devrim, kavgayla olur.

Devrim, yürekle olur.

Devrim, değiştirir.

Ezilenlerin ezilmesini önlemektir devrimin işi.

“Dünya değişiyor” diye ağlamaz devrimci, dünyanın değişmesi sevindirir onu.

Ve bir yandan dünya değişsin diye uğraşırken bir yandan da ezilenleri “değişen dünyanın” sarsıntılarından korumak için yollar arar.

O yoldur devrimin hayali.

O yolu bulmaktır devrimin umudu.

Eşitlik ister, hakkaniyet ister, özgürlük ister.

“Bir ulusun” değil bütün ulusların hakkını savunur, ezilenlerin sadece “kendine benzeyenini” değil bütün ezilenleri kucaklar.

O marşlar boşuna yazılmadı, o marşlar boşuna söylenmedi.

Bırakın “devrimin” yerine “darbeyi” koyanları, bırakın “enternasyonalizmin” yerine “ulusalcılığı” koyanları, bırakın bir zamanlar kurbanların yanındayken şimdi katillerin yanında olanları.

Devrim, halkıyla yürür.

Devrim, dünyayla yürür.

Ve hiç unutmayın...

Mutlu bir hayat filizlenir kavganın ufuklarında.

Binler yürür o zaman, on binler, yüz binler, milyonlar yürür.

Yürür o kavganın ufuklarından.

Yeter ki o kavgayı sürdürecek yürek olsun. '' Ahmet Altan /Taraf-2.Mayıs. 2009


http://www.taraf.com.tr/makale/5316.htm