27 Haziran 2008 Cuma
Düşlerin amortisi bari var mı?
...Oysa …İnanmıştım sana bütün kalbimle.Yanındaydım hep…Bir an bile ayrılmadım senden…
Sen de benden…
Bazen dakikalarca seyrettim seni…Işıkta baktım suretine…
Dokundum iç yüzüne…Sahte miydin? Değil miydin?
Herşey o kadar sahte ki artık …O kadar…
Hayır ...Hayır değildin…Sahte değildin…
Gerçeğin ta kendisiydin sen… Mührün gibi gerçek...
Dudağıma damganı vurdum...
Güneş gibi ,kainat gibi
Gözlerimi alamadım senden…Kamaştım…Kavruldum...
Bencil değildin sen...Hayır hayır değildin…Yardımseverdin de…Kızılay’ ın gönül elçisiydi ruhun...
Sana bütün kalbimle inandım ben…
Ahh sen ahh!…Ne hayaller kurduk seninle…Bir tekne alıp sonsuzluğa yelken açmak…Bütün dünyayı gezmek…İnsan suretlerini seyreylemek…Heybemizdeki düşlerle yeni öykülere gebe kalmak…
Bütün umutlarım sendin…Ey zalim!..
Sonra...sonra…
O gün geldi çattı…Gelmez olaydı…Ahh!...bilmiyordum neyle karşılaşacağımı…Ya beynimden vurulmuşa dönersem?…
Evet …Evet…Ya?
Bu gözler ne görecekti?…Hazır mıydım buna?…Ahh!…Bütün hayallerim,benliğim,kainatım,güneşim…
Evet, o lanet olası gün geldi çattı…Belki de ayrılacaktık sonsuza kadar…Belki sen beni,belki de ben seni buruşturup atacaktık bir çırpıda…
O beklenen…Seni sorgulamalıydım artık…Düşlerimin gerçekle randevusu vardı...
Sorgulamalıydım inanmak için...Ne acı!
Düşlere amorti çıkar mıydı?
Ya da
bu umudun teselli ikramiyesi bari var mıydı?
Evet…Bütün numaralarını sorgulamalıydım…Olsa da olmasa da…
Üzgünüm ama sorgulamalıydım…Seni sorgulamalıydım…
Buna dayanabilecek gücüm yoktu oysa...
Sonra istemeye istemeye bütün numaralarını yazdım yan yana…
Artık her şey çok kolaydı…Tek tek bakmak gerekmiyordu…İnternette yazıyorsun numaraları,döktürüyor sonuçları…
…….Bunu bana nasıl yaparsın sen yaa??Nasıl,nasıl?...Ha?Nasıl?
Adi bilet!
Bütün hayallerimi suya düşürdün…Düşlere bi amorti bile isabet etmez miydi be!
Lanet bilet!...
Buruşturup attım terbiyesizi…Manyak yaa!…Adi!..
25 Haziran 2008 Çarşamba
''.... olmayan giremez hemşerim!''
Şuraya bak,iki adet davetiye…Önüme attılar…Gitmeye mecburum…Vazife anam vazife..Naparsın…Gazeteye haber ulaştırmam lazım…Ufff!..Keşke biraz daha şekerleme yapabilseydim yatakta…Neyse…Haydin düş yollara bakalım!…
Hımm,bir tanesinin adresi ‘’…Halaskargazi cad.no 23,cart curt…’’Hah tamam ‘’SaadetimRefahımdinimdir Derneği’’…Neymiş bu panelin adı ‘’Kutsal Kitapta hoşgörü’’…Alla alla enteresan…Eee serde görev aşkı var…
Hah tamam,buldum!Galiba burası…Kapıda da elemanın biri bekliyor…Davetiyemi ve basın kartımı çıkarayım bari…
-Hoop hemşerim!Du bakalım,nereye giriyon sen eylee selamsız ,zabahsız?
-Ben Özgürlük ve Demokrasi gazetesi muhabiri Filiz…Nah bu da davetiyem…Panel başladı mı?Yetiştim mi kardeş?
-Yetiştin,yetişmesine deeee…Maşallah gılık gıyafetin de peh bi aççık seççük…Öyle havuza atlar gibi dalamıyon bu panele…Saa bi kaç soru zormam gerekii…Senin bu gasten,eylee pek tekin bi gastee deel…Aleyhimizde tuhaf tuhaf yaziler yazisizz…Hem senin başın da aççık…Eyle mini etek filan?…
-Kardeşim ne diyorsun sen allah aşkına!Davetiyeye bari ‘’başınız kapalı gelin’’ yazsaydınız,(iç ses:çattık yaa,deli mi ne?)…Vazifemi yapmamı engelleme..Hem daha ‘’Biz Ne Kadarız,Neyiz,Kaç Kuruşluğuz Derneği’’nin paneline de gideceğim…İzin ver de geçeyim…
-Neee?Burdan çıkıp ‘’Biz Ne Gadderiz,Neyik ,Gaç Guruşluğuz Derneği’’nin paneline mi gidecen?Bahh yaa!..Oleye bah!(Allah biliii ki bu garı kesin muhbirin curnalcinin teküdür)..Sen duvaa bilin mi?duvaa?
-Ne duvaası?Ne diyon sen?
-Duvaa,duvaa…Ettehiyatüü filan..
-Ne alakası var şimdi bununla benim içeri girmemin?
-Eylee…En az 7 duvaa bilmeyeni almiikk…Hem zaten tipten de gaybediinn…Kıç,baş aççuk..Ne o eyle?…Koley mi saninn sen bu panele girmeyi o gadder?
-Ya ne diyorsun kardeşim sen?Bu panelin adı ‘’Kutsal Kitapta hoşgörü’’ değil mi?E ben de basın mensubu değil miyim?Davetiyem de burda…Ne hakla bana saçma sapan sorular soruyorsun sen?Kaç dua bilir mişim de,bilmem neymiş de…Dua ,mua bilmiyorum ben!Napacaksın?
-Heee… U zaman çok kötü bahh…İçeri giremen…7 adet duvaa bilmeyeni alamiikk…
-Neden 7?
-Benim uğurlu sayım da undan….hihahohahahhaho!
-Lanet olsun sana yaa..lanet olsun!...
-Tamam u zaman…Baa İslamın şartlarını say bakem?...Du du nereye gidin?Gaçmaa!Gaçmaa!Seni gidi din düşmanı seni!Nası yakeledim emme?
……….
Neyse..Bari diğer panele yetişeyim…Bunun adresi de Sıraselviler…Muhanipzade sokak,kalasgörpera apartmanıymış…Hah tamam! ‘’Biz Ne kadarız,Neyiz,Kaç Kuruşluğuz Derneği ‘’...Panelin konusu neymiş bakim,’’Ulu Önderi ne kadar çok seviyoruz?,En çok şiir okuyan daha çok seviyor yarışması’’…Alla alla,ilginç!...
Hımm,şuradan giriliyor galiba…
-Merhaba ben Özgürlük ve Demokrasi gazetesinden Filiz Elçin…Bu da davetiyem…
-Merhaba hanımefendi!Özgürlük ve Demokrasi gazetesi demek…Hımm…Sizin gazetenizde laiklik karşıtı bir takım yazılar oluyor…Ya da ne bileyim kahraman ordumuz aleyhine bir takım tahkir ve tezyif edici yazılar yazar sizin gazeteniz…
-Efenim,ben gazetenin muhabiriyim…Bu panele de gazetemce gönderildim…Vazifemi yerine getirmeliyim…Lütfen izninizle geçebilir miyim?
-Ama sizin yakanızda rozetiniz yoookk?
-Nasıl yani?Ne rozeti?
-Lütfen Ulu Önderimizle ilgili sorularınızı daha saygılı sorun!Ne demek ne rozeti?Tabiiki Ulu Önderin rozeti!Bakınız,bu soruyu sorarken bile tahkir ve tezyif edici bi bakışla sordunuz…Tek kaşınızı kaldırıp,alay ettiniz…Siz Ulu önderimizi yeterince sevmiyorsunuz hanımefendi!Sevseydiniz mutlaka rozetinizi takardınız…Hadi bakalım söyleyiniz,Ulu Önderimizle ilgili kaç adet şiir okuyabilirsiniz?
-Siz ne diyorsunuz allah aşkına?Ben Ulu Önderi ne kadar sevdiğimi size kanıtlamak zorunda mıyım yaa?’’Ulu Önderi çok seviyorum’’ diye Kutsal Kitaba el mi basmam gerekiyor?Siz kimsiniz?Kaç kişisiniz?Kaç kuruşluksunuz?
-Bakınız, 2 kere ‘’Allah aşkına!’’ dediniz, kutsal kitaba el basmaktan bahsettiniz…Siz kesin,laik ülkemizi yıkmaya mugayir,gizli tarikatların gönderdiği,gerikafalı yobazların casusu olmalısınız…Ama yıkamayacaksınız!Bu Ülkeyi yıkamayacaksınız!Başaramayacaksınız!Ulu Önderi sevmek demek kendinizi sevmek demektir hanımefendi!…
-Tanrım sen bana sabır ver yarabbim!Hanımefendi lütfen kendinize gelir misiniz?Ben bir gazetenin muhabiriyim…Basın çalışanıyım…Görev verildi ve görevimi yerine getirmeliyim…İzninizle…
-Olmazzzz!...(iç ses:sakin ol Necla!)…Bakınız,bakınız,istirham ediyorum küçük hanımefendi,yine ‘’Tanrım,yarabbim’’ gibi kelimeleri peş peşe sıralamış durumdasınız…Şüphelenmekte ne kadar da haklıyım öyle değil mi?Filhakika, Ulu Önderimizle ilgili en az 9 adet şiiri ezbere söylemediğiniz takdirde maalesef içeri alamıyoruz sizi…
-Neden 9 adet?
-Zira 9 benim uğurlu rakamım,hah hah hah hayyyy!
-Lanet olsun sana yaa…Lanet olsun!
-Ya da Cumhuriyet’in temel ilkelerini sayınız o zaman?…Durun durun nereye gidiyorsunuz?Kaçmayınız bakalım küçük hanım,kaçmayınız!...Seni gidi Ulu Önderimin düşmanı seni!...Nası yakaladım ama?
..........
Çalar saatin acı dolu zırlamasıyla kan ter içinde uyanan Filiz,bu gördüklerinin kabus olduğunu anlayınca derin bir ohh çeker…’’Son günlerde ülkede yaşanan gerginliklerin sonucu olsa gerek bu kabus’’ diye içinden geçirir…Ama masanın üzerindeki davetiyelerle birlikte,hemen arka rafta duran ,Ulu Önder’in resmine de ,kutsal kitaba da endişe dolu gözlerle bakmaktan kendini alamaz doğrusu…
Hımm,bir tanesinin adresi ‘’…Halaskargazi cad.no 23,cart curt…’’Hah tamam ‘’SaadetimRefahımdinimdir Derneği’’…Neymiş bu panelin adı ‘’Kutsal Kitapta hoşgörü’’…Alla alla enteresan…Eee serde görev aşkı var…
Hah tamam,buldum!Galiba burası…Kapıda da elemanın biri bekliyor…Davetiyemi ve basın kartımı çıkarayım bari…
-Hoop hemşerim!Du bakalım,nereye giriyon sen eylee selamsız ,zabahsız?
-Ben Özgürlük ve Demokrasi gazetesi muhabiri Filiz…Nah bu da davetiyem…Panel başladı mı?Yetiştim mi kardeş?
-Yetiştin,yetişmesine deeee…Maşallah gılık gıyafetin de peh bi aççık seççük…Öyle havuza atlar gibi dalamıyon bu panele…Saa bi kaç soru zormam gerekii…Senin bu gasten,eylee pek tekin bi gastee deel…Aleyhimizde tuhaf tuhaf yaziler yazisizz…Hem senin başın da aççık…Eyle mini etek filan?…
-Kardeşim ne diyorsun sen allah aşkına!Davetiyeye bari ‘’başınız kapalı gelin’’ yazsaydınız,(iç ses:çattık yaa,deli mi ne?)…Vazifemi yapmamı engelleme..Hem daha ‘’Biz Ne Kadarız,Neyiz,Kaç Kuruşluğuz Derneği’’nin paneline de gideceğim…İzin ver de geçeyim…
-Neee?Burdan çıkıp ‘’Biz Ne Gadderiz,Neyik ,Gaç Guruşluğuz Derneği’’nin paneline mi gidecen?Bahh yaa!..Oleye bah!(Allah biliii ki bu garı kesin muhbirin curnalcinin teküdür)..Sen duvaa bilin mi?duvaa?
-Ne duvaası?Ne diyon sen?
-Duvaa,duvaa…Ettehiyatüü filan..
-Ne alakası var şimdi bununla benim içeri girmemin?
-Eylee…En az 7 duvaa bilmeyeni almiikk…Hem zaten tipten de gaybediinn…Kıç,baş aççuk..Ne o eyle?…Koley mi saninn sen bu panele girmeyi o gadder?
-Ya ne diyorsun kardeşim sen?Bu panelin adı ‘’Kutsal Kitapta hoşgörü’’ değil mi?E ben de basın mensubu değil miyim?Davetiyem de burda…Ne hakla bana saçma sapan sorular soruyorsun sen?Kaç dua bilir mişim de,bilmem neymiş de…Dua ,mua bilmiyorum ben!Napacaksın?
-Heee… U zaman çok kötü bahh…İçeri giremen…7 adet duvaa bilmeyeni alamiikk…
-Neden 7?
-Benim uğurlu sayım da undan….hihahohahahhaho!
-Lanet olsun sana yaa..lanet olsun!...
-Tamam u zaman…Baa İslamın şartlarını say bakem?...Du du nereye gidin?Gaçmaa!Gaçmaa!Seni gidi din düşmanı seni!Nası yakeledim emme?
……….
Neyse..Bari diğer panele yetişeyim…Bunun adresi de Sıraselviler…Muhanipzade sokak,kalasgörpera apartmanıymış…Hah tamam! ‘’Biz Ne kadarız,Neyiz,Kaç Kuruşluğuz Derneği ‘’...Panelin konusu neymiş bakim,’’Ulu Önderi ne kadar çok seviyoruz?,En çok şiir okuyan daha çok seviyor yarışması’’…Alla alla,ilginç!...
Hımm,şuradan giriliyor galiba…
-Merhaba ben Özgürlük ve Demokrasi gazetesinden Filiz Elçin…Bu da davetiyem…
-Merhaba hanımefendi!Özgürlük ve Demokrasi gazetesi demek…Hımm…Sizin gazetenizde laiklik karşıtı bir takım yazılar oluyor…Ya da ne bileyim kahraman ordumuz aleyhine bir takım tahkir ve tezyif edici yazılar yazar sizin gazeteniz…
-Efenim,ben gazetenin muhabiriyim…Bu panele de gazetemce gönderildim…Vazifemi yerine getirmeliyim…Lütfen izninizle geçebilir miyim?
-Ama sizin yakanızda rozetiniz yoookk?
-Nasıl yani?Ne rozeti?
-Lütfen Ulu Önderimizle ilgili sorularınızı daha saygılı sorun!Ne demek ne rozeti?Tabiiki Ulu Önderin rozeti!Bakınız,bu soruyu sorarken bile tahkir ve tezyif edici bi bakışla sordunuz…Tek kaşınızı kaldırıp,alay ettiniz…Siz Ulu önderimizi yeterince sevmiyorsunuz hanımefendi!Sevseydiniz mutlaka rozetinizi takardınız…Hadi bakalım söyleyiniz,Ulu Önderimizle ilgili kaç adet şiir okuyabilirsiniz?
-Siz ne diyorsunuz allah aşkına?Ben Ulu Önderi ne kadar sevdiğimi size kanıtlamak zorunda mıyım yaa?’’Ulu Önderi çok seviyorum’’ diye Kutsal Kitaba el mi basmam gerekiyor?Siz kimsiniz?Kaç kişisiniz?Kaç kuruşluksunuz?
-Bakınız, 2 kere ‘’Allah aşkına!’’ dediniz, kutsal kitaba el basmaktan bahsettiniz…Siz kesin,laik ülkemizi yıkmaya mugayir,gizli tarikatların gönderdiği,gerikafalı yobazların casusu olmalısınız…Ama yıkamayacaksınız!Bu Ülkeyi yıkamayacaksınız!Başaramayacaksınız!Ulu Önderi sevmek demek kendinizi sevmek demektir hanımefendi!…
-Tanrım sen bana sabır ver yarabbim!Hanımefendi lütfen kendinize gelir misiniz?Ben bir gazetenin muhabiriyim…Basın çalışanıyım…Görev verildi ve görevimi yerine getirmeliyim…İzninizle…
-Olmazzzz!...(iç ses:sakin ol Necla!)…Bakınız,bakınız,istirham ediyorum küçük hanımefendi,yine ‘’Tanrım,yarabbim’’ gibi kelimeleri peş peşe sıralamış durumdasınız…Şüphelenmekte ne kadar da haklıyım öyle değil mi?Filhakika, Ulu Önderimizle ilgili en az 9 adet şiiri ezbere söylemediğiniz takdirde maalesef içeri alamıyoruz sizi…
-Neden 9 adet?
-Zira 9 benim uğurlu rakamım,hah hah hah hayyyy!
-Lanet olsun sana yaa…Lanet olsun!
-Ya da Cumhuriyet’in temel ilkelerini sayınız o zaman?…Durun durun nereye gidiyorsunuz?Kaçmayınız bakalım küçük hanım,kaçmayınız!...Seni gidi Ulu Önderimin düşmanı seni!...Nası yakaladım ama?
..........
Çalar saatin acı dolu zırlamasıyla kan ter içinde uyanan Filiz,bu gördüklerinin kabus olduğunu anlayınca derin bir ohh çeker…’’Son günlerde ülkede yaşanan gerginliklerin sonucu olsa gerek bu kabus’’ diye içinden geçirir…Ama masanın üzerindeki davetiyelerle birlikte,hemen arka rafta duran ,Ulu Önder’in resmine de ,kutsal kitaba da endişe dolu gözlerle bakmaktan kendini alamaz doğrusu…
17 Haziran 2008 Salı
İnternet icat oldu,mertlik bozuldu!...
İnternette yeni sayılırım.Kendime yazar değil de “yazıyor’’ demeyi uygun buluyorum. Bazı arkadaşlar “Ay, ne olur öykü yaz!” diye gaz verseler de ben yolun neresinde olduğumu çok iyi biliyorum.
Tesadüfen ve hasbelkader diyelim İnternette yazı yazmaya başladım.
Ancak internette yazıyor olmanın bin bir türlü zorluğu da var…
Çünkü, nette yazar olmak, başka bir şeyi de beraberinde getiriyor.Takma isimlerle yazı yazanlar ya da yazılarında birilerinin kimliklerini açıkça vermeden karalamalar…Çamur at izi kalsın misali… Bunun çeşitli sebepleri olabilir… Hırs,haset, korku, intikam belki karşılık bulamama… Belki, karşısındaki açıklarını biliyor diye tedirgin olmak ve ondan önce davranıp önlemini almak… Kimbilir?...A planı, B planı, C planı yapmak… Pek çok sebebi olabilir...
Hem bir yazı yazan hem de avukat olarak, bu vur-kaç teknikleri benim başıma gelse ne yaparım? diye düşündüm.Hani bi tip çıkmış, popo(s)u yemediği için isim vermeden bana sallıyormuş. Mesela dedik canım! Şöyledir, böyledir vs. vs. atıp tutuyormuş yani… Çamur atayım da izi kalsın hesabı…
Gündelik hayatımız başka, sanal âlem başka…
Bizim toplumumuzda yaygın olan tepki(sizlik) şekli, bunu yapan kişiyi susarak cezalandırmaktır. Bu davranış kalıbı çoğu zaman takdir toplasa da benim pek haz etmediğim bir davranış kalıbıdır… Biz kadınlara, kendimizi bildik bileli hep şu öğütlenir; “Biri sana yolda laf mı attı? Taciz mi etti? Aman oradan uzaklaş! Olmamış gibi davran, sakın muhatap olma!… Eğer cevap verirsen, ‘Bu kız aranıyo, istiyoo’ derler”… İyi de tacize uğrayan ben, Mahatma Gandhi olmak zorunda değilim ki!Bu mantık ne kadar doğru bilemem? Ben onaylamıyorum. Onaylamadığımı da çeşitli kereler göstermişliğim vardır:
Bir gün yolda kendi halimde yürüyordum. Yanımdan geçen birinin elini, popomda hissettim… O, hareketini çekti ve benim nasılsa Türk örf ve adetlerine uygun “suskun ve sinik kadın’’ modelinde yetiştirildiğimi düşünerek, gayet kendinden emin yoluna devam etti. O yıllarda, Samsonetti çantalar çok modaydı… Fermuarını gayet güzel bir şekilde kapattım. Neme lazım içindekiler düşmesin, öyle değil mi? Peşinden gidip, kafasına ‘’baaaaammmm!’’ diye çantayı geçirdim… Bu bir an şaşaladı tabii, o şaşkınlıkla bana ‘’manyak!’’ da dedi… İnanılır gibi değildi ama bir manyak kalkmış bana utanmadan ‘’manyak!’’ diyordu. “Ulan, manyak sensin, hadi bakalım karakola gidiyoruz! Yürü bakalım!” diye bağırdım… Arkasına bile bakmadan kaçtı. Zaten bir kadına, böyle bir hareketi yapabilen biri, bırakın erkek olmayı, insan bile olamazdı!
Türk örf ve adetlerine uygun şekilde “suskun ve sinik kadın” modunda olmadığıma dair diğer bir örneğe gelecek olursak… Kısa bir süre tanıdıktan sonra, sırlarına vakıf olup, beş para etmediğini anladığım birini bıraktıktan sonra başıma geldi. Bu şahsiyetsiz, orada burada, salt hakkında bir takım şeyler biliyorum diye, tıpkı gevşek ağız gibi konuşmaya başladı. Çünkü beni, kendi gibi şerefsiz sanıyordu. Kulağıma gelen ahlaksız konuşmaları sonucunda bir gün, bir çay bahçesinde, erkek arkadaşıyla otururken, yakasına yapıştım. “Ulan, orada burada gevşek gibi konuşuyormuşsun! Bir de benim yüzüme söyle bakalım!’’ dedim…O da nasıl ve nereye kaçacağını bilemedi…
''Erkekliğin yüzde doksanı kaçmaktır'' lafına bu yüzden inanmıyorum. Kaçanların erkek olmadığını bizzat test ettim ve şekilde görüldüğü gibi onayladım.
İyi de, bu net denen çöplükte gözlemlediğim kadarıyla ya Savcılığa verileceğini bildiğinden kişi ismi açıkça belirtilmeyip,yavşakça vur-kaç yapılıyor ya da sahte isimlerle saldırılıyor. Burada alimallah ,velev ki başıma bir şey gelirse Türk örf ve adetlerine göre ‘’suskun ve sinik kadın’’ modelinde olmadığımı nasıl göstereceğim? Kafasına “baaammm!” diye çantayı geçiremem ki…Ya da yakasına yapışıp “Ulan hadi bakalım, o yazdıklarını erkeksen suratıma söyle!” diyemezsin… Yaradana sığınıp ağzına “caaannnkkk…” diye yapıştıramazsın.
Bu net denen çöplükte delikanlıca davranılmıyor ki hesabını alasın! Vur-kaç, anasını satim!
Ancak velev ki bu ülkede kirlenmeden kalabilmiş nadide yazarlarımızdan Cezmi Ersöz’ün bir lafı var. Bana demişti ki “Okuyucu affetmez! Kendi açıklarını kapamak için başkalarını karalayanların defterini dürer ve o yazarı bitirir! Bunu yapan kendi ipini çeker!”
Velev ki okuyucunun sağduyusu var… O sağduyu, böylelerinin yakasına yapışır, tokatı da ‘’caannkkk’’ diye bunların ağzına yapıştırır herhalde…
Gözlemlediğim kadarıynan da ölee…
......................
Dip not:Sezen Aksu,yıllarca dost bildiği Hıncal Uluç’un kendisi hakkında oldukça çirkin bir yazı yazması üzerine ,ona cevaben bir yazı kaleme almıştı.Beni çok etkileyen bu yazıyı bloğumda paylaşmak isterim,kulaklara küpe olsun,başucunuzda hep bulunsun.Sevgilerimle.;
‘Sen zalim bir insansın Hıncal. Bilen bilir, ne kadar canım yanarsa yansın, ne denirse densin, ne olursa olsun konuşmak, cevap vermek âdetim değildir. Bu kadar sert ve zor bir dünyada kişisel sıkıntıların kamuoyu önüne taşınmasını ayıp bulurum. Hırsın, öfkenin; insanın ahlakını değiştirmesine izin vermemenin erdemine inanırım. Kelimelerin gücünü, istenilirse ne kadar zehirli, kıyıcı, mahvedici olduğunu, üstelik bunun en alasını, en acıtanını yapabileceğini bilen biri olarak hiçbir şey için, hiç kimseyi kırıp dökmeye değmeyeceğine bütün kalbimle inanırım.
Ama sen zalim bir insansın Hıncal. Arkadaşlığımız niye bitti biliyor musun?
Senin ikili ilişkilerde de vazgeçemediğin iktidar tutkusuyla, gücünü sınamak için icat ettiğin uyduruk küslük oyunlarına geldiğim için değil. Orta sınıf ahlakıyla yetişenlerin çok iyi bildiği o vefa duygusuyla, bana benzemeyeni de sevebilmeyi, anlayabilmeyi değerli addederek, 25 yıla yakın sürüklediğim bu arkadaşlıkta hep içime sinmeyen, önceleri adını koyamadığım, içten içe hep rahatsızlık veren tuhaf bir sezginin; sonunda, bana rağmen pembe balonu patlatması yüzünden...
Sen en büyük harfler, en iri kelimeler ve büyük kahkahalarla gereğinden fazla sevgiden, iyilikten, dostluktan, sadakatten bahsederken çıkardığın gürültünün bana, hiç durmadan babamın, ‘İnsan en fazla kendinde olmayandan söz eder’ cümlesini hatırlatmasına engel olamadığım için. Sonunda bir reklâm filmi hizmetine sunulan o kocaman kahkahayı, bir türlü sahici bir gülüşe benzetemediğim, insanın içine neşe yerine niye korku saldığını bir türlü keşfedemediğim için.
‘Hıncal, ne olur yazma beni köşende’ diye her rica ettiğimde; ‘Bu ülkede seni seveni severler. Çok tepki aldığım zamanlarda patlatıyorum bir Sezen Aksu, ortalık süt liman’ diyebilecek kadar pişkinleşebildiğin için...
Dört yıldır ölümcül bir hastalıkla uğraştığımı, bu hastalığın adının ‘Coushing sendromu’ olduğunu, en önemli belirtisinin kortizona bağlı aşırı yağlanma nedeniyle ‘moon face’ yani ‘ay yüz’ olduğunu ve bel-baş arasında yağ yastıkçıkları tabir edilen geçici doku deformasyonları oluşturduğunu, hastalığımın neredeyse tamamen geçtiğini, bu süreç içinde değil estetikçiye, dişçiye bile gitmemin yüzde yüz yasak olduğunu bildiğin halde, bu durumu başka türlü kullanabilecek kadar şeytanına yenildiğin için...
Benim hiç kimseyi kandırmaya kalkışmayacak kadar akıllı ve saygılı biri olduğumu unuttuğun için... Son olarak ‘zalimin meclisinde oturan da zalimdir’... Zalimin meclisinde oturmak istemediğim için...
Bunları neden yazdığımı daha iyi anlayabilmen için küçük bir hikâye ile tamamlıyorum yazımı:
Bir leylek, kendine yuva yapmak için yer arıyormuş. Epey bir bakındıktan sonra pek ünlü bir âlimin evinin bacasına yapmış yuvasını, hem de bir şeyler öğrenirim diyerek. Bunu gören âlim, ‘Vay sen benim bacama nasıl yuva yaparsın’ diyerek, büyük bir hiddetle, taş ve sopayla saldırmış leyleğe. Leylek zar zor canını kurtarmış ama kaçarken isabet eden taşlarla bir bacağını kırmış. Leylek adalete inanırmış. Mahkemeye vermiş âlimi. Ve kazanmış davayı. Kadı, âlimin de bir bacağının kırılmasına karar vermiş. Leylek itiraz etmiş hemen, ‘Aman Kadı efendi, lütfen ayağını kırmayın, kavuğunu alın yeter’ deyince, Kadı sormuş, ‘Neden?’ Leylek cevap vermiş, ‘Kavuğunu alın ki, başkaları da zalimi âlim sanıp kırılmasın.’
Tesadüfen ve hasbelkader diyelim İnternette yazı yazmaya başladım.
Ancak internette yazıyor olmanın bin bir türlü zorluğu da var…
Çünkü, nette yazar olmak, başka bir şeyi de beraberinde getiriyor.Takma isimlerle yazı yazanlar ya da yazılarında birilerinin kimliklerini açıkça vermeden karalamalar…Çamur at izi kalsın misali… Bunun çeşitli sebepleri olabilir… Hırs,haset, korku, intikam belki karşılık bulamama… Belki, karşısındaki açıklarını biliyor diye tedirgin olmak ve ondan önce davranıp önlemini almak… Kimbilir?...A planı, B planı, C planı yapmak… Pek çok sebebi olabilir...
Hem bir yazı yazan hem de avukat olarak, bu vur-kaç teknikleri benim başıma gelse ne yaparım? diye düşündüm.Hani bi tip çıkmış, popo(s)u yemediği için isim vermeden bana sallıyormuş. Mesela dedik canım! Şöyledir, böyledir vs. vs. atıp tutuyormuş yani… Çamur atayım da izi kalsın hesabı…
Gündelik hayatımız başka, sanal âlem başka…
Bizim toplumumuzda yaygın olan tepki(sizlik) şekli, bunu yapan kişiyi susarak cezalandırmaktır. Bu davranış kalıbı çoğu zaman takdir toplasa da benim pek haz etmediğim bir davranış kalıbıdır… Biz kadınlara, kendimizi bildik bileli hep şu öğütlenir; “Biri sana yolda laf mı attı? Taciz mi etti? Aman oradan uzaklaş! Olmamış gibi davran, sakın muhatap olma!… Eğer cevap verirsen, ‘Bu kız aranıyo, istiyoo’ derler”… İyi de tacize uğrayan ben, Mahatma Gandhi olmak zorunda değilim ki!Bu mantık ne kadar doğru bilemem? Ben onaylamıyorum. Onaylamadığımı da çeşitli kereler göstermişliğim vardır:
Bir gün yolda kendi halimde yürüyordum. Yanımdan geçen birinin elini, popomda hissettim… O, hareketini çekti ve benim nasılsa Türk örf ve adetlerine uygun “suskun ve sinik kadın’’ modelinde yetiştirildiğimi düşünerek, gayet kendinden emin yoluna devam etti. O yıllarda, Samsonetti çantalar çok modaydı… Fermuarını gayet güzel bir şekilde kapattım. Neme lazım içindekiler düşmesin, öyle değil mi? Peşinden gidip, kafasına ‘’baaaaammmm!’’ diye çantayı geçirdim… Bu bir an şaşaladı tabii, o şaşkınlıkla bana ‘’manyak!’’ da dedi… İnanılır gibi değildi ama bir manyak kalkmış bana utanmadan ‘’manyak!’’ diyordu. “Ulan, manyak sensin, hadi bakalım karakola gidiyoruz! Yürü bakalım!” diye bağırdım… Arkasına bile bakmadan kaçtı. Zaten bir kadına, böyle bir hareketi yapabilen biri, bırakın erkek olmayı, insan bile olamazdı!
Türk örf ve adetlerine uygun şekilde “suskun ve sinik kadın” modunda olmadığıma dair diğer bir örneğe gelecek olursak… Kısa bir süre tanıdıktan sonra, sırlarına vakıf olup, beş para etmediğini anladığım birini bıraktıktan sonra başıma geldi. Bu şahsiyetsiz, orada burada, salt hakkında bir takım şeyler biliyorum diye, tıpkı gevşek ağız gibi konuşmaya başladı. Çünkü beni, kendi gibi şerefsiz sanıyordu. Kulağıma gelen ahlaksız konuşmaları sonucunda bir gün, bir çay bahçesinde, erkek arkadaşıyla otururken, yakasına yapıştım. “Ulan, orada burada gevşek gibi konuşuyormuşsun! Bir de benim yüzüme söyle bakalım!’’ dedim…O da nasıl ve nereye kaçacağını bilemedi…
''Erkekliğin yüzde doksanı kaçmaktır'' lafına bu yüzden inanmıyorum. Kaçanların erkek olmadığını bizzat test ettim ve şekilde görüldüğü gibi onayladım.
İyi de, bu net denen çöplükte gözlemlediğim kadarıyla ya Savcılığa verileceğini bildiğinden kişi ismi açıkça belirtilmeyip,yavşakça vur-kaç yapılıyor ya da sahte isimlerle saldırılıyor. Burada alimallah ,velev ki başıma bir şey gelirse Türk örf ve adetlerine göre ‘’suskun ve sinik kadın’’ modelinde olmadığımı nasıl göstereceğim? Kafasına “baaammm!” diye çantayı geçiremem ki…Ya da yakasına yapışıp “Ulan hadi bakalım, o yazdıklarını erkeksen suratıma söyle!” diyemezsin… Yaradana sığınıp ağzına “caaannnkkk…” diye yapıştıramazsın.
Bu net denen çöplükte delikanlıca davranılmıyor ki hesabını alasın! Vur-kaç, anasını satim!
Ancak velev ki bu ülkede kirlenmeden kalabilmiş nadide yazarlarımızdan Cezmi Ersöz’ün bir lafı var. Bana demişti ki “Okuyucu affetmez! Kendi açıklarını kapamak için başkalarını karalayanların defterini dürer ve o yazarı bitirir! Bunu yapan kendi ipini çeker!”
Velev ki okuyucunun sağduyusu var… O sağduyu, böylelerinin yakasına yapışır, tokatı da ‘’caannkkk’’ diye bunların ağzına yapıştırır herhalde…
Gözlemlediğim kadarıynan da ölee…
......................
Dip not:Sezen Aksu,yıllarca dost bildiği Hıncal Uluç’un kendisi hakkında oldukça çirkin bir yazı yazması üzerine ,ona cevaben bir yazı kaleme almıştı.Beni çok etkileyen bu yazıyı bloğumda paylaşmak isterim,kulaklara küpe olsun,başucunuzda hep bulunsun.Sevgilerimle.;
‘Sen zalim bir insansın Hıncal. Bilen bilir, ne kadar canım yanarsa yansın, ne denirse densin, ne olursa olsun konuşmak, cevap vermek âdetim değildir. Bu kadar sert ve zor bir dünyada kişisel sıkıntıların kamuoyu önüne taşınmasını ayıp bulurum. Hırsın, öfkenin; insanın ahlakını değiştirmesine izin vermemenin erdemine inanırım. Kelimelerin gücünü, istenilirse ne kadar zehirli, kıyıcı, mahvedici olduğunu, üstelik bunun en alasını, en acıtanını yapabileceğini bilen biri olarak hiçbir şey için, hiç kimseyi kırıp dökmeye değmeyeceğine bütün kalbimle inanırım.
Ama sen zalim bir insansın Hıncal. Arkadaşlığımız niye bitti biliyor musun?
Senin ikili ilişkilerde de vazgeçemediğin iktidar tutkusuyla, gücünü sınamak için icat ettiğin uyduruk küslük oyunlarına geldiğim için değil. Orta sınıf ahlakıyla yetişenlerin çok iyi bildiği o vefa duygusuyla, bana benzemeyeni de sevebilmeyi, anlayabilmeyi değerli addederek, 25 yıla yakın sürüklediğim bu arkadaşlıkta hep içime sinmeyen, önceleri adını koyamadığım, içten içe hep rahatsızlık veren tuhaf bir sezginin; sonunda, bana rağmen pembe balonu patlatması yüzünden...
Sen en büyük harfler, en iri kelimeler ve büyük kahkahalarla gereğinden fazla sevgiden, iyilikten, dostluktan, sadakatten bahsederken çıkardığın gürültünün bana, hiç durmadan babamın, ‘İnsan en fazla kendinde olmayandan söz eder’ cümlesini hatırlatmasına engel olamadığım için. Sonunda bir reklâm filmi hizmetine sunulan o kocaman kahkahayı, bir türlü sahici bir gülüşe benzetemediğim, insanın içine neşe yerine niye korku saldığını bir türlü keşfedemediğim için.
‘Hıncal, ne olur yazma beni köşende’ diye her rica ettiğimde; ‘Bu ülkede seni seveni severler. Çok tepki aldığım zamanlarda patlatıyorum bir Sezen Aksu, ortalık süt liman’ diyebilecek kadar pişkinleşebildiğin için...
Dört yıldır ölümcül bir hastalıkla uğraştığımı, bu hastalığın adının ‘Coushing sendromu’ olduğunu, en önemli belirtisinin kortizona bağlı aşırı yağlanma nedeniyle ‘moon face’ yani ‘ay yüz’ olduğunu ve bel-baş arasında yağ yastıkçıkları tabir edilen geçici doku deformasyonları oluşturduğunu, hastalığımın neredeyse tamamen geçtiğini, bu süreç içinde değil estetikçiye, dişçiye bile gitmemin yüzde yüz yasak olduğunu bildiğin halde, bu durumu başka türlü kullanabilecek kadar şeytanına yenildiğin için...
Benim hiç kimseyi kandırmaya kalkışmayacak kadar akıllı ve saygılı biri olduğumu unuttuğun için... Son olarak ‘zalimin meclisinde oturan da zalimdir’... Zalimin meclisinde oturmak istemediğim için...
Bunları neden yazdığımı daha iyi anlayabilmen için küçük bir hikâye ile tamamlıyorum yazımı:
Bir leylek, kendine yuva yapmak için yer arıyormuş. Epey bir bakındıktan sonra pek ünlü bir âlimin evinin bacasına yapmış yuvasını, hem de bir şeyler öğrenirim diyerek. Bunu gören âlim, ‘Vay sen benim bacama nasıl yuva yaparsın’ diyerek, büyük bir hiddetle, taş ve sopayla saldırmış leyleğe. Leylek zar zor canını kurtarmış ama kaçarken isabet eden taşlarla bir bacağını kırmış. Leylek adalete inanırmış. Mahkemeye vermiş âlimi. Ve kazanmış davayı. Kadı, âlimin de bir bacağının kırılmasına karar vermiş. Leylek itiraz etmiş hemen, ‘Aman Kadı efendi, lütfen ayağını kırmayın, kavuğunu alın yeter’ deyince, Kadı sormuş, ‘Neden?’ Leylek cevap vermiş, ‘Kavuğunu alın ki, başkaları da zalimi âlim sanıp kırılmasın.’
Etiketler:
alim,
avukat,
Cezmi Ersöz,
çanta,
Hıncal Uluç,
İnternet,
intikam,
kadı,
Leylek,
Sezen Aksu,
zalim
16 Haziran 2008 Pazartesi
BÇSAZKK DERNEĞİ?...
Çok hikayeler dinledim, böyle deli gibi etkilenerek...
Anlatanların gözleri, uzak bir hüzünle kaplıdır.Başlarının üzerinde efkarlı bir yağmur bulutuyla dolaşırlar.Ha yağdı ha yağacak.
Giden sevgili artık dönmeyecektir.
Evlenmiştir.
Çocukları olmuştur her ikisininde.Köprünün altından çok sular akmıştır.
''Mazi kalbimde yaradır.''
Anlatırken giden sevgiliyi,yüzünde tuhaf bir gülümseme vardır...Çok tuhaf.Acıyla karışık ama aynı zamanda özveri ve ödün dolu,merhametli; ‘’o mutlu olsun da,önemli değil’’ diyen bir gülümseme.Giden gitmiştir ama hala seviliyordur.Hiç unutulmuyordur.Çok ama çok özleniyordur...
Çünkü,
‘’Mutlu aşk yoktur.’’
Kavuşamadıklarından mı ?bilinmez ama o aşk hiç bitmez.
Marilyn Monroe gibidir;hiç kırışmayan,buruşmayan ve zamanın birinde o dillere destan güzelliğiyle donmuş kalmış.Bütün ihtişamı ve yakıcılığıyla.Ya da James Dean;yakışıklılığı ve diriliğiyle.Asiliği ve öfkesiyle...
Öyle insanın boğazına gelip oturan,düğümlenen tek bir sözcük gibi; ‘’o ve onun adı’’dır bütün evren…
Hele bir meyhane sofrası olsun.Hele efkarlansın.Ortalık da loşsa…Candan bir arkadaş da varsa yanında,başlar anlatmaya…Fonda ''bütün kuşlar vefasız,mevsim artık sonbahar''vardır;denizin dalgaları kıyıyı döverken ;
‘’Gitmesine izin verdim,o gitti ve ben öldüm…Biliyor musun?O günden beri yaşamıyorum…’’
‘’Uzak diyarlarda evli barklı,mutluluk en çok onun hakkı,bu kırık dökük hikayelerde,adı ben de saklı’’dır ,iç dökmelerin tek konusu...
En çok etkilendiğim yazarlarımızdan Sabahattin Ali’nin ‘’Kürk Mantolu Madonna’’sı,birbirini severken ayrılmak zorunda kalanların bana göre en hazin romanıdır;
‘’Kaybedilen en kıymetli eşyanın,servetin,her türlü dünya saadetinin acısı zamanla unutuluyor.Yalnız kaçırılan fırsatlar asla akıldan çıkmıyor ve her hatırlayışta insanın içini sızlatıyor’’der roman...
Bu romanı ilk okuduğumda 14 yaşlarındaydım,hıçkırıklara boğuldum dersem abartmış olmam.Ve o günden sonra çevremdeki hiçbir insana ve öyküsüne,sıradan ya da anlamsız gözüyle bakamadım.
Öyle bir romandır ki bu;yıllara yayar,dönüp dönüp birkaç kez okursunuz Raif Efendi ve Maria Puder’in o insanı sarsan hayatlarını.
Aşklarını.Kavuşamamalarını...Pişmanlıklarını...
Kürk Mantolu Madonna’nın sanki her bir cümlesi başlıbaşına hayatın ve aşkın ve insanın ta kendisidir;
‘’...Bir ruh, ancak bir benzerini bulduğu zaman ve bize, bizim aklımıza, hesaplarımıza danışmaya lüzum bile görmeden, meydana çıkıyordu...
Biz ancak o zaman sahiden yaşamaya -ruhumuzla yaşamaya- başlıyorduk... ‘’
‘’...Bir kadının bize herşeyini verdiğini zannettiğimiz anda onun hakikatte bize hiçbirşey vermiş olmadığını görmek, bize en yakın olduğunu sandığımız sırada bizden, bütün mesafelerin ötesindeymiş kadar uzak bulunduğunu kabule mecbur olmak acı birşey...’’
‘’...Hayatta en güvendiğim insana karşı duyduğum bu kırgınlık, adeta bütün insanlara dağılmıştı;çünkü o benim için bütün insanlığın timsaliydi... ‘’
Bunları söyler Raif efendi romanda.Hani o çalıştığı sıradan memuriyette çok iyi almanca tercümeler yaptığı halde maaşına zam bile istemeyecek kadar arkadaşlarınca hımbıl görülen Raif efendi…
Dünyanın en sıradan, en zavallı,en hımbıl görülen insanı bile , insanı hayretler içinde bırakacak müthiş ve karışık bir ruha sahip olabilir...Neden bunu anlamaktan kaçarız veya görmeyi denemeyiz ?
İşte Kürk Mantolu Madonna'da, Raif efendi gibi dışarıdan bakılınca son derece sıradan bir hayatı varmış gibi görünen bir karakterin yaşadığı, o herkese nasip olmayacak aşka hayret eder ,aşka olan inancınızı her daim sıcak tutarsınız.
Şehirlerde istediği kadar tek gecelik kirlenmeler yaşansın,siz Raif efendilerin ve Mariaların varlığından hep güç alırsınız.
O zaman da çevrenizden duyduğunuz ya da gözlemlediğiniz; aşık olmuş ama bir türlü kavuşamamış öykülerin hiçbirine duyarsız kalamazsınız…O romanların kahramanlarını kollarından tutup,yaka paça bir araya getirmek için ne planlar kurarsınız.
Hatta kafanızda bir şimşek çakar;bçsazkk derneğini kurmayı bile düşünürsünüz benim gibi…
BÇSAZKK-DER, ne demek mi?
=Birbirini çok severken ayrılmak zorunda kalanları kavuşturma derneği…
Delice işte…
Ama
her imkansız gibi görünen hayal gibi de gerçekleşmesi mümkün…
Anlatanların gözleri, uzak bir hüzünle kaplıdır.Başlarının üzerinde efkarlı bir yağmur bulutuyla dolaşırlar.Ha yağdı ha yağacak.
Giden sevgili artık dönmeyecektir.
Evlenmiştir.
Çocukları olmuştur her ikisininde.Köprünün altından çok sular akmıştır.
''Mazi kalbimde yaradır.''
Anlatırken giden sevgiliyi,yüzünde tuhaf bir gülümseme vardır...Çok tuhaf.Acıyla karışık ama aynı zamanda özveri ve ödün dolu,merhametli; ‘’o mutlu olsun da,önemli değil’’ diyen bir gülümseme.Giden gitmiştir ama hala seviliyordur.Hiç unutulmuyordur.Çok ama çok özleniyordur...
Çünkü,
‘’Mutlu aşk yoktur.’’
Kavuşamadıklarından mı ?bilinmez ama o aşk hiç bitmez.
Marilyn Monroe gibidir;hiç kırışmayan,buruşmayan ve zamanın birinde o dillere destan güzelliğiyle donmuş kalmış.Bütün ihtişamı ve yakıcılığıyla.Ya da James Dean;yakışıklılığı ve diriliğiyle.Asiliği ve öfkesiyle...
Öyle insanın boğazına gelip oturan,düğümlenen tek bir sözcük gibi; ‘’o ve onun adı’’dır bütün evren…
Hele bir meyhane sofrası olsun.Hele efkarlansın.Ortalık da loşsa…Candan bir arkadaş da varsa yanında,başlar anlatmaya…Fonda ''bütün kuşlar vefasız,mevsim artık sonbahar''vardır;denizin dalgaları kıyıyı döverken ;
‘’Gitmesine izin verdim,o gitti ve ben öldüm…Biliyor musun?O günden beri yaşamıyorum…’’
‘’Uzak diyarlarda evli barklı,mutluluk en çok onun hakkı,bu kırık dökük hikayelerde,adı ben de saklı’’dır ,iç dökmelerin tek konusu...
En çok etkilendiğim yazarlarımızdan Sabahattin Ali’nin ‘’Kürk Mantolu Madonna’’sı,birbirini severken ayrılmak zorunda kalanların bana göre en hazin romanıdır;
‘’Kaybedilen en kıymetli eşyanın,servetin,her türlü dünya saadetinin acısı zamanla unutuluyor.Yalnız kaçırılan fırsatlar asla akıldan çıkmıyor ve her hatırlayışta insanın içini sızlatıyor’’der roman...
Bu romanı ilk okuduğumda 14 yaşlarındaydım,hıçkırıklara boğuldum dersem abartmış olmam.Ve o günden sonra çevremdeki hiçbir insana ve öyküsüne,sıradan ya da anlamsız gözüyle bakamadım.
Öyle bir romandır ki bu;yıllara yayar,dönüp dönüp birkaç kez okursunuz Raif Efendi ve Maria Puder’in o insanı sarsan hayatlarını.
Aşklarını.Kavuşamamalarını...Pişmanlıklarını...
Kürk Mantolu Madonna’nın sanki her bir cümlesi başlıbaşına hayatın ve aşkın ve insanın ta kendisidir;
‘’...Bir ruh, ancak bir benzerini bulduğu zaman ve bize, bizim aklımıza, hesaplarımıza danışmaya lüzum bile görmeden, meydana çıkıyordu...
Biz ancak o zaman sahiden yaşamaya -ruhumuzla yaşamaya- başlıyorduk... ‘’
‘’...Bir kadının bize herşeyini verdiğini zannettiğimiz anda onun hakikatte bize hiçbirşey vermiş olmadığını görmek, bize en yakın olduğunu sandığımız sırada bizden, bütün mesafelerin ötesindeymiş kadar uzak bulunduğunu kabule mecbur olmak acı birşey...’’
‘’...Hayatta en güvendiğim insana karşı duyduğum bu kırgınlık, adeta bütün insanlara dağılmıştı;çünkü o benim için bütün insanlığın timsaliydi... ‘’
Bunları söyler Raif efendi romanda.Hani o çalıştığı sıradan memuriyette çok iyi almanca tercümeler yaptığı halde maaşına zam bile istemeyecek kadar arkadaşlarınca hımbıl görülen Raif efendi…
Dünyanın en sıradan, en zavallı,en hımbıl görülen insanı bile , insanı hayretler içinde bırakacak müthiş ve karışık bir ruha sahip olabilir...Neden bunu anlamaktan kaçarız veya görmeyi denemeyiz ?
İşte Kürk Mantolu Madonna'da, Raif efendi gibi dışarıdan bakılınca son derece sıradan bir hayatı varmış gibi görünen bir karakterin yaşadığı, o herkese nasip olmayacak aşka hayret eder ,aşka olan inancınızı her daim sıcak tutarsınız.
Şehirlerde istediği kadar tek gecelik kirlenmeler yaşansın,siz Raif efendilerin ve Mariaların varlığından hep güç alırsınız.
O zaman da çevrenizden duyduğunuz ya da gözlemlediğiniz; aşık olmuş ama bir türlü kavuşamamış öykülerin hiçbirine duyarsız kalamazsınız…O romanların kahramanlarını kollarından tutup,yaka paça bir araya getirmek için ne planlar kurarsınız.
Hatta kafanızda bir şimşek çakar;bçsazkk derneğini kurmayı bile düşünürsünüz benim gibi…
BÇSAZKK-DER, ne demek mi?
=Birbirini çok severken ayrılmak zorunda kalanları kavuşturma derneği…
Delice işte…
Ama
her imkansız gibi görünen hayal gibi de gerçekleşmesi mümkün…
Etiketler:
asi,
evren,
hımbıl,
James Dean,
Kürk Mantolu Madonna,
Marilyn Monroe,
mazi,
meyhane,
saadet,
Sabahattin Ali,
sevgili,
sonbahar,
yağmur bulutu
13 Haziran 2008 Cuma
Lütfen Falconetti,üstüme gelme!...
''Çok uzun gibi görünen ama eğlenceli bi yazı;ben yazdım diye demiyorum ama yemenizi... ayy pardon okumanızı tavsiye ederim''
Aşkla kafayı bozmuş yazılar okuyorum.
Tamam edebiyatın, sanatın,hayatın anlamıdır aşk,biliyoruz,anladık…Olmalı ,olacak istiyorum tamam...Aşk, güzel şey tabii…Yalnız anladığım kadarıyla yurdumuzda teori tamam da pratikte bazı sıkıntılar var.Yoksa bu kadar güzel bir şey bu kadar çok yazıldığı,çizildiği halde bu kadar yüze göze bulaştırılır mıydı?
Aşkı çok güzel anlatan yazılar var.Gerçekten hayran oluyorum okuduğum zaman…Yazan kişinin her satırından aşk acısı çektiği kolaylıkla anlaşılıyor.Hissediyorsun.
Ama bazıları bu aşkı iş edinmiş kendine.Yazı yazmak deyince akıllarına aşktan başka bişi gelmez gibiler.Kolları sıvamış şapada şupada yazıyor,yazıyor yazıyor;’’sevgilim,ben seninle doğmuşum,seninle kucaklıyorum ayı yıldızları kainatı,börtü böceği,dün gece sana şarkı söyledim ve biliyor musun menekşelerle konuştum,menekşeler bana sıcak bir gülümsemeyle fısıldadılar senin adını’’ gibilerinden…Böyle bi bıcık bıcık ağzından su fışkırıyo mu desem şır şır su sesi mi desem,bi yılışık gülümseme mi desem…Yani ben bu şekilde yazan birini gerçek hayatta tanısam eminimki benden hiç hoşlanmadığı halde bana etmediği iltifat kalmaz..Ölee bişiler hissediyorum okurken.Oportünist bir kişilik olduğu o kadar belli ki…
Yok tamam bişi demiyorum…Yazılsın tabii…Yazılmalı aşk, yazılmalı tabii…Hatta hergün yazılmalı ama sakız çiğner gibi cak cak cak yazılmasa bari…
Benim haleti ruhiyem şu an müsait değil bunları okumaya…
Baktım herkes aşkı yazıyor ,artık dayanamadım ve ben de aşkı yazmaya karar verdim...
Tamam yazan yazsın bir şey demiyoruz da kimse kusura bakmasın benim haleti Rukiye, aşkla ilgili şunları yazardı eğer yazsaydı;
-Komşu komşu hu hu oğlun geldi mi?
-geldi,
-ne getirdi?
-AŞK!
-Kime kime?
-sana,sana
-daha kime?
-kara kediye.
-Kara kedi nerde?
-ağaca çıkmış,
-ağaç nerde?
-balta kesmiş.
-balta nerde?
-suya düşmüş.
-su nerde?
-inek içmiş.
-inek nerde
-Dağa kaçmış
-dağ nerde?
-yanmış,bitmiş,kül olmuş..
Şimdi yukarıda sorulara dökülen aşksal tekerlemedeki postmodern,eytişimsel yansımaların anlak betimlemelerinin açılımı şu şekilde oluyor;
Komşu;
Meraklı komşular, aşktaki çevre faktörünü simgelemektedirler.Siz ne kadar aşk tek kişiliktir hadi bilemedin 2 kişiliktir deyin,bu meraklı tazeler sizi sizinle bırakmazlar bacım.Aşkın en bitirici kişileridir.Sürekli soru sorar ve caaanım aşkınızın içine ederler.Açıklama açıklama açıklama beklerler.Bunlar sizin arkadaşlarınız,onun arkadaşları,eş ,dost,akraba,aileler ilgili ilgisiz herkes olabilir.Tapu kadastro çalışanları bile size aşkınızla ilgili sorular sorabilir.Zirai Donatım İl Bölge Müdürlüğü bile…O kadar yani…Tamam biraz abartmış olabilirim ama o kadar yani…
Komşunun oğlu;
aşık olduğunuz şahsiyetin temsili betimlemesi…Asgari müştereklerde ‘’aynı olan’’ ,değişmeyen erkek karakter.Bu kişiyle hemen hemen,genellikle ve aslında kesinlikle sürekli şunlar yaşanır;
Giriş,girizgah;
İnanılmaz bir ilgi ve alaka gösterirler.Her nedense ilk önce ellerinizin ne kadar güzel olduğunu duyarsınız.Elinizi tutmak bu er kişiler için neden bu kadar önemlidir bilmiyoruz.Aslında biliyoruz da neyseee…Sosyolojik aşksal bir irdeleme içerisinde olduğumuzdan oralara girmeyelim şimdi…
Ne diyorduk, hah tamam!;elinizi tutmak için ‘’hayatımda gördüğüm en güzel el,aman allahım!’’ gibi ileride kendilerinin bile anımsamayacağı tuhaf bir el tutma isteğiyle yanar yakılırlar.Ve tutarlar da tabii.Gözleriniz dünyanın en güzel gözüdür.Felan filan…Geçelim,bildik tanıdık yaklaşımlar işte…
Gelişme;
Efendim eğer klasik bir aşk ilişkisinden sözediyorsak sabahlara kadar süren telefon görüşmelerini ve ezan sesiyle bile son bulamayan bu telefon görüşmelerinin kişileri maddi ve manevi anlamda dumura uğratmayıp nasıl da tuhaf bir haz verdiğini belirtmeden geçemeyeceğiz.Aşk işte,naparsın?Çocukluk yılları,askerlik anıları anlatılıp;tatlı tatlı kıkırdamalar,fingirdeşmeler falan hemen hemen her canlı organizmanın aşık olduğu ilk günlerde oluyordur sanıyorum.Üstelik de bu irili ufaklı anılara kesinlikle sıkılınmadan büyük bir şevk ve merakla kulak verilir.Ayrıca hafif seksi yaklaşımlar,sözde masumane takılmalar;
-Şu anda üzerinde ne var? ,sorusu eğer her ilişkinin ilk telefon görüşmelerinde yapılmış bi espri değilse ben ne oliimm!Sanırım bu esprili yaklaşımlar bir çeşit cinselliği sınama hali oluyor.
Daha sonra sinema,tiyatro,konser,gösteriler,kültürel etkinliklerle, çiftler ne kadar da ne olduklarını ve her konuda ne kadar da anlaştıklarını birbirlerine anlatma bir nevi kanıtlama çabası içine girerler.Aynı kitapları okumuşlardır.Aynı filmler hoşlarına gider büyük çoğunlukla.Aynı sanatçılar…Aynı aynı aynı aynı…Herşey o kadar aynıdır ki.O kadar tatlıdır ki her şey…
Her bir paylaşımda bunun altı bir kez daha, bir kez daha kalın kalın çizilir;’’biizzz anlaşıyoruzzz!’’ .Vay bee!Helal olsun!..anlaşıyorlarmış..Ne güzel!
Sonra kural olarak –ki bir takım yerli yabancı filmlerde de olduğu üzre-kadın bir şekilde başından geçen bir şeyi ağlayarak anlatmalıdır.Acılarını felan.Erkeğinin kollarına sığınmalıdır.Erkek bu acıları sarar sarmalar.Erkek de gaza gelip ağlayabilir.Kadın da onu sarar,-ayy maymunum benim,gel kollarıma…İşte aşksal ayvanın yenildiği an tam da burasıdır zati.
Amma velakin aşıklarımızın anlaklarından bu esnada ‘’Allahım bu bir rüya olmalı yavv…her şey bu kadar mı güzel olur be!’’ cümlesi geçmektedir, o ayrı…
Kara kedi;
Hah işte burada bi takım ‘’kara kediler’’ simgesel olarak olaya müdahale ederler.Bu mesela kızın eski sevgilisi olabilir.Erkek bu eski sevgiliden delirebilir.Ya da erkeğe cepten bi mesaj gelebilir.Kadın kıskançlık krizi geçirebilir…İlişki bir sarmal dönence,bir ‘’vurgun yemiş misali gönlüm tutuldu aşka ‘’ya da ne bilim bir savrulma bi ‘’kendimden kaçak ,yarim keskin bıçakk’’ hali durumlar yaşamak zorundadır.Bu angutsal semptomların uzantısı olan sevi hırpalanması, ilişkiyi girift harmonik bir sarmal haline getirebilir.
Çiftler bir süre görüşmeyip,koklaşmalara ara verip bir nevi işkence hali yaşayarak bu defa da aşklarını sınama dönemine girerler.
Bu arada yakın arkadaşlarla ilişki masaya yatırılıp,gözden geçirilir;
-Ya Sibel,olacak iş mi yaa,ona ne benim eski sevgilimden di mi ama? Arif bunu hep yapıyo Sibel..bıktım yaa..yok yok bölesi daha iyi...Çok dip dibe girmiştik ,ilişki biraz nefes almalı (ilişkiden sanki bir şahısmış gibi bahsedilir)…Ayy ama Sibel ,Arif’i çok özledim yaa…ühü ühü hüü..
Arif de Şahsuvar diye bi arkadaşıyla ilişkiyi gözden geçirir;
-ya oğlum,bana bi msj gelmiş,sen git karıştır mesajımı oku...Olaya bak be kardeşim,ya bu kadınların hepsi mi böyle olur be anam ya!Valla bunaldım be! Bu akşam bi bara, pavyona gidelim,kafayı dağıtacam ben,daralttı beni bu kadın.Bi rahatlayalım Şahsuvar…
Bu ayrılık, çiftlerin birbirini sınaması ve ilişkinin ne derece sağlam olup olmadığı hakkında bir fikir edinmeleri için oldukça gereklidir.
Bu bile güzeldir be!
Sonra dayanamaz,görüşürler.
Sonuç;
Arif,Suna tarafından çeşitli atraksiyonlarla kafalanmış ve evliliğe ikna edilmiştir.Yani şöölee;
-Bak Arif,Sibelle Serdar evlendiler,annemler beni sıkıştırıyor.Bilmiyorum artık…Ya evlenelim ya da ayrılalım çünkü bir imzaya takılıyorsak zaten bizim ilişkimiz yok demektir Arif…
Bu aşk en nihayetinde bir ‘’çift’’ haline gelecek ve kapı zillerine ‘’Suna&Arif Büyükharman’’ yazılması gerekecektir.Kapılarına da yılbaşlarında şirin,yuvarlak,yeşil,ottan bööle ne idüğü belirsiz bişiler var ya onu asarlar.Sanırsam o idük şeyin bir adı da yok...
Balta,ağaç,su ve inek;
Sonra bu çift,büyük ihtimal kadının –artık benimle eskisi gibi ilgilenmiyorsun Arif?
Erkeğin de –beni rahat bırak Suna,vıdı vıdı vıdı yedin bitirdin beni,hayatımı hapishaneye çevirdin’’ tarzı baltasal yaklaşımlarına maruz kalacaktır.Balta daha sonra ağacı kesecek ve suya düşecektir.Su , hayalleri temsil etmektedir.Suya düşen baltayı inek içip dağa kaçacaktır.
İneğin buradaki açılımı acaba aşktaki heyecan olabilir mi?...Evet ,bence uyar.Suya düşen hayalleri yani baltayı içen inek ,baltanın verdiği karın ağrısıyla dağa doğru heyecanla kaçmaya başlar.
Dağ;
Dağ neden yanıyor peki?Dağ burada ‘’aşk’’ı betimliyor.Dağ,volkanik bir dağ olduğundan ,heyecanlı ineğin böğüre böğüre dağa kaçması magmayı uyandırıp etkinleştiriyor.Kaynayan magma, volkanik püskürtme yaşanmasına sebebiyet veriyor.Ve patlama yaşanıyor.Dağ,sizlere ömür!
Ve yandı bitti, kül…
Ama o yerlere göklere sığdırılamayan aşk ,kör topal olarak -artık buna ne kadar aşk deniyorsa- bir şekilde devam edecektir işte…Onlar ermiş psikopata bağlamışlar,biz çıkalım …çıkalım daraldım ben…
Niye aşık olayımki yaa?Niye?İnsan sonu belli bir filmi, sürekli gidip gidip izler mi be kardeşim!
Filmin adı ;‘’Lütfen Falconetti üzerime gelme!benim aşka bakışım şu an böyle’’.
..............
Dipsel not:Bir zamanlar ‘’Zengin ve Yoksul’’ diye bir dizi seyrederdik tek kanallı Tv.mizde.’’Falconetti’’ denen şahsiyet o dizideki kötü adamdır.Ama ben şu an Falconetti’nin çok iyi bir kişi olduğunu düşünür oldum o ayrı mesele.
Dipsel not 2;Aşkın septomatik sanrılarının,katalitik deşarzist açılımlarının eşgüdüsel evlilik sonrası gelişimsel psişiklemeleri,yazarın bir miktar daha aşksal yazılar okumasından kelli patlayacak iç ruhsal durumsalına göre devam edebilir.
Etiketler:
aşk,
Falconetti,
inek,
kara kedi,
magma,
zengin ve yoksul
12 Haziran 2008 Perşembe
Hadi len,seni biliyorum ben!
Annemlerin oturduğu apartmanın,apartman görevlisi ve ailesini çok iyi tanırdım.Artık onlara ‘’kapıcı’’ denilmiyor.Hakikaten ayıp bir laftı ‘’kapıcı’’.Bir kızı ve bir oğlu vardı Mehmet beyin.Ha bir de şu vardır ,onlara ‘’bey’’ de denilmez niyeyse;’’Mehmet efendi’’ aşağı,’’Mehmet efendi’’ yukarı.Giriş katında bir daire verilmişti bu aileye.Hani her apartmanda olduğu gibi yerin yedi kat altında ,ışık görmeyen,rutubetli,çöp kokuları içinde oturan ''kapıcı ailesi'' değillerdi.Şanslıydılar bu iğrenç sisteme,düzene,adi hiyerarşiye göre.
Şanslıydılar ama faşizmden paylarını alıyorlardı tabiî ki.Apartmanın hiyerarşisinden,yüzüklerin efendilerinden paylarını almamalarına imkan ve ihtimal olabilir miydi?Kızları gizli kaçamak girerdi eve.Biz hiç görmeden büyüdü sanki.İngilizce öğretmeni oldu.Çok abartılı kıyafetler giymeye ve ‘’ben de varım,ben de insanım,artık beni ezemeyeceksiniz!’’ demeye başladı adeta.Ezilmişti,horlanmıştı; ruhu,hırpalanmıştı.
Aysel teyze ise Kastamonu şivesiyle beni bir yakalasın ,bırakmazdı artık!Çok tatlı bir kadındı;,hep hastaydı,her yeri ağrırdı.Eğer onunla rastgeldiysek,apartmana girdikten itibaren 11.kata çıkabilmem için yaklaşık yarım saat geçerdi.Olsun!Napalım,kaderimse çekerdim…
Oğulları Samet de bana hastaydı,bilirdim.İmkansız aşk misali bir Türk filmi yaşanırdı işte;üniversiteli kız ve apartman görevlisinin oğlu…Ben değil ,onun tarafından yazılmış,çizilmiş,yönetmeni o,senaristi o,reji,kurgu o…Platonik bir aşk yaşardı o kendince.İdare ederdik biz de,naparsın?Kaderimse çekerimdi…Neyse ki Samet apartmandayken evlendi,çoluğa çocuğa karıştı da bu Türk filmi ne dramatik ne de mutlu son,öyle kendi halinde sona erdi...
Derken bu aile yıllarca ezilip,un ufak edilip,psikolojileri yerle yeksan olduktan sonra emekli olarak ayrıldılar apartmandan…
Herkes kendi hayatına döndü.Dönebildilerse tabii…
Yıllar sonra Samet’le bir büyük markette karşılaştık.Yanında eşi de vardı.Samet’in saçlar dökülmüş,göbek yapmış haliyle karşılaştım yıllar sonra.Balık reyonundaydık, ‘’somon’’ alıyorduk.
Ve Samet beni kollarının arasına alarak –bak bu bizim avukat kızımız ,diye bir gösteri sergiledi eşine…El ense bir vaziyette onun kollarının arasından çaresizce eşine baktım.Ben 20 yıllık dostumla bile böylesi bir sevgi selinin içinde kendimi bulmamışımdır.Kollarından güçlükle kurtuldum.Ezilmişliğini bildiğim için benimle karısına hava atmasına izin verdim.Bir nevi karşılıksız aşkının da intikamını alıyordu belki de…Olsundu…Kaderimse çekerdim…Napalım?
Şimdi bunları neden anlattım?Yazı yazan ve okunmaya başlayan bir insan da bunları yaşamaya başlıyor.Onu çok iyi tanıdığını zanneden yanında ,yöresinde bulunan ama kuyruk acısı olan ama canı yanmış ama gizli kinleri ve nefretleri olan kişiler ya da yazı yazanla hiç bir sorunu yokmuş gibi görünenler ‘’hadi len,biz seni biliyoruz!’’ demeye getiriyorlar işi.Ve inanın en büyük kazığı,kötülüğü onlardan görmeye başlıyorsunuz.Sözde sizi küçümsüyorlar.Azımsıyorlar.Çünkü güya sizi en iyi onlar tanıyorlar!
Peki bu gerçekten de böyle mi?
Yazı yazan bir insan ucu bucağı olmayan bir yolculuğa çıkmıştır….O bile kendini tanımazken ya da bir insanın kendini çözümlemesi bu kadar zorken siz nasıl ‘’hadi len ben seni senden iyi tanıyorum’’ diyebilirsiniz ki?
Belki yazı yazanın size gıcığı vardı?Sizden hoşlanmamıştı?Güven sağlamadınız?Ve size çok kötü davrandı.Ya da ne bileyim siz onu o gözle görmek istediniz belki?Israr ettiniz?Psikolojik yapınız,genleriniz onu öyle görmek istedi.Ya da aşkınıza karşılık bulamadınız?Ya da sizi kırdı geçirdi ama bir başkasına inanılmaz duyarlı davrandı?
Siz,burnunuzun ucundakini göremeyecek kadar kalastınız,öküzdünüz belki?
Ya da sizinle gül gibi geçiniyordu,hiç bir sorununuz yoktu...Şimdi ne oldu size?
Çocukluğundan beri yazı yazan bir insan,yazılarını yayınlamaya başlayınca içini de açmaya başlamış demektir...
İşte asıl tehlike de burada başlar.Yazı yazan insan, gelgitler yaşar.Yaşamıştır.Yaşamıyor olsa yazamaz...Hayatı,kendini,insanları didik didik ediyordur.Huzurlu değildir.Huzursuzdur...Hem çok mutlu hem de çok mutsuzdur.Hem çok umutlu hem de çok umutsuz...Hem çok uyumlu hem de çok uyumsuz...Gelir,gider...Gel-gitler...
Hayatın bir değişim,dönüşüm olduğunu bilmeyenler,kuyruk acısı olanlar,gizli gizli nefret eden ,kıskanan ama bunu bir türlü dile getiremeyenlerin duyguları, yazılarınızı okumaya başladıkça açığa çıkabilir...
Ve ‘’hadi len,ben seni biliyorum!’’ cümlesi veyahut da o cümlenin tavıra dönmüş haliyle sizi tanıdığını zannedenler tarafından vurulabilirsiniz.Nefretle ya da lüzumsuz bir sevgi gösterisiyle kollarının altına alıp,küçümseyerek boğmaya çalışabilirler sizi...
Onlara ‘’hadi len sümüklü!asıl ben seni biliyorum!’’ deyip,yolunuza devam edin…
Onlar aşağı çekmeye çalışsalar da onlara ‘’Vira,vira!’’deyin.
Hadi bakalım rastgele,hayat yolunuz açık olsun!Keşfedilmemiş ufuklar,adalar,kıtalar ve gel-gitler sizi bekliyor!
‘’Vira,Vira!’’...
Vira vira:Denizcilikte ''yukarı'' demekmiş...
Şanslıydılar ama faşizmden paylarını alıyorlardı tabiî ki.Apartmanın hiyerarşisinden,yüzüklerin efendilerinden paylarını almamalarına imkan ve ihtimal olabilir miydi?Kızları gizli kaçamak girerdi eve.Biz hiç görmeden büyüdü sanki.İngilizce öğretmeni oldu.Çok abartılı kıyafetler giymeye ve ‘’ben de varım,ben de insanım,artık beni ezemeyeceksiniz!’’ demeye başladı adeta.Ezilmişti,horlanmıştı; ruhu,hırpalanmıştı.
Aysel teyze ise Kastamonu şivesiyle beni bir yakalasın ,bırakmazdı artık!Çok tatlı bir kadındı;,hep hastaydı,her yeri ağrırdı.Eğer onunla rastgeldiysek,apartmana girdikten itibaren 11.kata çıkabilmem için yaklaşık yarım saat geçerdi.Olsun!Napalım,kaderimse çekerdim…
Oğulları Samet de bana hastaydı,bilirdim.İmkansız aşk misali bir Türk filmi yaşanırdı işte;üniversiteli kız ve apartman görevlisinin oğlu…Ben değil ,onun tarafından yazılmış,çizilmiş,yönetmeni o,senaristi o,reji,kurgu o…Platonik bir aşk yaşardı o kendince.İdare ederdik biz de,naparsın?Kaderimse çekerimdi…Neyse ki Samet apartmandayken evlendi,çoluğa çocuğa karıştı da bu Türk filmi ne dramatik ne de mutlu son,öyle kendi halinde sona erdi...
Derken bu aile yıllarca ezilip,un ufak edilip,psikolojileri yerle yeksan olduktan sonra emekli olarak ayrıldılar apartmandan…
Herkes kendi hayatına döndü.Dönebildilerse tabii…
Yıllar sonra Samet’le bir büyük markette karşılaştık.Yanında eşi de vardı.Samet’in saçlar dökülmüş,göbek yapmış haliyle karşılaştım yıllar sonra.Balık reyonundaydık, ‘’somon’’ alıyorduk.
Ve Samet beni kollarının arasına alarak –bak bu bizim avukat kızımız ,diye bir gösteri sergiledi eşine…El ense bir vaziyette onun kollarının arasından çaresizce eşine baktım.Ben 20 yıllık dostumla bile böylesi bir sevgi selinin içinde kendimi bulmamışımdır.Kollarından güçlükle kurtuldum.Ezilmişliğini bildiğim için benimle karısına hava atmasına izin verdim.Bir nevi karşılıksız aşkının da intikamını alıyordu belki de…Olsundu…Kaderimse çekerdim…Napalım?
Şimdi bunları neden anlattım?Yazı yazan ve okunmaya başlayan bir insan da bunları yaşamaya başlıyor.Onu çok iyi tanıdığını zanneden yanında ,yöresinde bulunan ama kuyruk acısı olan ama canı yanmış ama gizli kinleri ve nefretleri olan kişiler ya da yazı yazanla hiç bir sorunu yokmuş gibi görünenler ‘’hadi len,biz seni biliyoruz!’’ demeye getiriyorlar işi.Ve inanın en büyük kazığı,kötülüğü onlardan görmeye başlıyorsunuz.Sözde sizi küçümsüyorlar.Azımsıyorlar.Çünkü güya sizi en iyi onlar tanıyorlar!
Peki bu gerçekten de böyle mi?
Yazı yazan bir insan ucu bucağı olmayan bir yolculuğa çıkmıştır….O bile kendini tanımazken ya da bir insanın kendini çözümlemesi bu kadar zorken siz nasıl ‘’hadi len ben seni senden iyi tanıyorum’’ diyebilirsiniz ki?
Belki yazı yazanın size gıcığı vardı?Sizden hoşlanmamıştı?Güven sağlamadınız?Ve size çok kötü davrandı.Ya da ne bileyim siz onu o gözle görmek istediniz belki?Israr ettiniz?Psikolojik yapınız,genleriniz onu öyle görmek istedi.Ya da aşkınıza karşılık bulamadınız?Ya da sizi kırdı geçirdi ama bir başkasına inanılmaz duyarlı davrandı?
Siz,burnunuzun ucundakini göremeyecek kadar kalastınız,öküzdünüz belki?
Ya da sizinle gül gibi geçiniyordu,hiç bir sorununuz yoktu...Şimdi ne oldu size?
Çocukluğundan beri yazı yazan bir insan,yazılarını yayınlamaya başlayınca içini de açmaya başlamış demektir...
İşte asıl tehlike de burada başlar.Yazı yazan insan, gelgitler yaşar.Yaşamıştır.Yaşamıyor olsa yazamaz...Hayatı,kendini,insanları didik didik ediyordur.Huzurlu değildir.Huzursuzdur...Hem çok mutlu hem de çok mutsuzdur.Hem çok umutlu hem de çok umutsuz...Hem çok uyumlu hem de çok uyumsuz...Gelir,gider...Gel-gitler...
Hayatın bir değişim,dönüşüm olduğunu bilmeyenler,kuyruk acısı olanlar,gizli gizli nefret eden ,kıskanan ama bunu bir türlü dile getiremeyenlerin duyguları, yazılarınızı okumaya başladıkça açığa çıkabilir...
Ve ‘’hadi len,ben seni biliyorum!’’ cümlesi veyahut da o cümlenin tavıra dönmüş haliyle sizi tanıdığını zannedenler tarafından vurulabilirsiniz.Nefretle ya da lüzumsuz bir sevgi gösterisiyle kollarının altına alıp,küçümseyerek boğmaya çalışabilirler sizi...
Onlara ‘’hadi len sümüklü!asıl ben seni biliyorum!’’ deyip,yolunuza devam edin…
Onlar aşağı çekmeye çalışsalar da onlara ‘’Vira,vira!’’deyin.
Hadi bakalım rastgele,hayat yolunuz açık olsun!Keşfedilmemiş ufuklar,adalar,kıtalar ve gel-gitler sizi bekliyor!
‘’Vira,Vira!’’...
Vira vira:Denizcilikte ''yukarı'' demekmiş...
9 Haziran 2008 Pazartesi
Emperyalizme Nayır (!) Mitingi...
‘Bu öykü bütünüyle hayal ürünüdür.Adı geçen kişi,kurum ve kuruluşlara teşekkürü borç biliriz.(!)’
Artık bıçak kemiğe dayanmıştı.Kuzey Mırak’a girip,bomboş dağları,taşları bombalamak istiyorduk.(Dağlar bomboş olacaktı çünkü her halde o dağlarda kim olsa öyle bombalanmayı beklemezdi.)Ve biraz daha fakirleşmek istiyorduk herhalde...
Neyse…
Bıçak kemiğe dayanmıştı.Çünkü emperyalist Amerika’dan izin almak durumunda kalmıştık.
Emperyalizme Nayır! demeliydik.Ya İstiklal ya ölüm! demeliydik.Bunun için de miting düzenlemeye karar verdik.Herkes çok heyecanlıydı.Yurdun dört bir yanından duyarlı insanlar akın akın bu miting’e koşmaya başladılar...
Miting’den yaklaşık 2 saat önce ,mitinge katılacak heyecanlı insanlar ne yapıyorlardı acaba?;
Berke,arkadaşı Büke’yi aradı;
-Alo Büke,mitinge geliyor musun?bak bu bağımsızlığımız açısından çok önemli,sakın geç kalma,nerde buluşalım?...
Büke heyecanla-Geliyorum dedi.Ve ekledi,MARKS AND SPENCER’ın önünde buluşalım.Hem zaten sevgilime VALENTİNE DAY'S(Sevgililer günü) için gecelik alacağım.
Berke-OKEY Büke, görüşürüz.BYE BYE diyerek telefonu kapattı,içi içine sığmıyordu.
--------
Melis heyecanla ‘’Emperyalizme Nayır!’’ mitingi için üzerini giyiyordu.Eli ayağı birbirine dolanıyordu.’’Yetti artık’’ diye geçirdi içinden ,’’yetti artık,bu ne yaa?bu ne?biz bağımsız mıyız değil miyiz?Neyse ki bu miting düzenleniyor da ne olduğumuz anlaşılacak,inleteceğiz dünyayı,inleteceğiz!’’dedi kendi kendine…Banyoya gitti sonra; VİCTORİA SECRET marka iç çamaşırlarını kirliye attı.Ellerini yıkadı... JOHNSON&JOHNSON marka lenslerini, BAUSCH&LOMB marka solisyonuyla temizledi.Tam dışarı çıkacaktı ki o da ne ?Mendebur kız kardeşi, Melis’in CONVERSE’ini giymişti.Çok sinirlendi Melis,’’O küçük cadı bunu hep yapıyor,Allah kahretsin!ne giyeceğim ben şimdi yaa?’’diye içinden geçirdi hırsla…''Neyse bari NIKE'larımı giyerim''....
---------
68 kuşağından Mehmet bey de çok heyecanlıydı.Bu mitingin afişlerini gördüğünden beri gözüne uyku girmiyordu.Özenle traş oldu.CALVIN KLEİN marka BOXER'ini giydi önce...Sonrada Kadife ceketini ve altına DİESEL marka JEAN’ini.Özlemle baktı eski parkasına…İç geçirdi çocukça bir tebessümle.Ne günlerdi o günler…Sonra merdivenlerden indi heyecanla.Nasıl heyecanlanmasın?ZİPPO marka çakmağıyla MARLBORO'sunu yaktı.Derin derin çekti içine sigarasından...Ya istiklal Ya ölümdü!..
Emperyalizme Nayır! diyeceklerdi hep beraber omuz omuza!…FORD marka arabasına bindi ve miting alanına doğru heyecanla yol almaya başladı.
----------
Heyecanlı bir grup arkadaş da miting alanına çok erken geldiklerinden hep birlikte bir yere gidip kahve içmeyi düşündüler ama STARBUCKS’a mı yoksa MC DONALD’S’a mı gideceklerine bir türlü karar veremediler.Yazı tura attılar MC DONALD’S çıktı.İçlerinden biri ,heyecanlı heyecanlı ‘’dün geceden beri uyuyamadım,gözüme uyku girmedi.Adi Amerika,sen kimsin de karışıyorsun bizim bağımsızlığımıza,iç işlerimize?Bütün dünyayı inleteceğiz arkadaşlar.Zaten bu miting CNN'den canlı yayınlanacakmış,yetti artık canımıza!Görsünler bakalım neymişiz biz ,görsünler adiler!’’dedi. Sonra gidip bir HAMBURGER aldı,birde COCA COLA…Ve hırsla ısırdı hamburgerini sinirinden…
----------
Mitingin basındaki yankıları;
''İşte bir miting de böyle sona erdi.Herkes döktü eteğindeki taşları...Deşarj oldu.Bayrakları soktular Amerika'nın gözüne...Bir grup, Amerika bayrağını yakmaya kalktı.Polis,grubu güçlükle yatıştırdı.''
‘’Emperyalizme Nayır!’’ mitingi halkın coşkun ve yoğun katılımıyla çok yankı yarattı.Milyonlar oradaydı.Herkes tek yürek olmuştu.’’Vur ,vur inlesin Amerika dinlesin!’’,’’Amerika, Amerika duy sesimizi’’,’’kahrolsun emperyalizm!’’sloganları atıldı.
Konuşmacılardan AntiABDDer başkanı Selami Atılgan, -yetti artık canımıza,bu son olsun,bu halk aptal değil,yemezler!Emperyalizme Nayır!dedi...
------------
Tövbe tövbee,ne karışıyordu ki bu Amerika bize?
Artık bıçak kemiğe dayanmıştı.Kuzey Mırak’a girip,bomboş dağları,taşları bombalamak istiyorduk.(Dağlar bomboş olacaktı çünkü her halde o dağlarda kim olsa öyle bombalanmayı beklemezdi.)Ve biraz daha fakirleşmek istiyorduk herhalde...
Neyse…
Bıçak kemiğe dayanmıştı.Çünkü emperyalist Amerika’dan izin almak durumunda kalmıştık.
Emperyalizme Nayır! demeliydik.Ya İstiklal ya ölüm! demeliydik.Bunun için de miting düzenlemeye karar verdik.Herkes çok heyecanlıydı.Yurdun dört bir yanından duyarlı insanlar akın akın bu miting’e koşmaya başladılar...
Miting’den yaklaşık 2 saat önce ,mitinge katılacak heyecanlı insanlar ne yapıyorlardı acaba?;
Berke,arkadaşı Büke’yi aradı;
-Alo Büke,mitinge geliyor musun?bak bu bağımsızlığımız açısından çok önemli,sakın geç kalma,nerde buluşalım?...
Büke heyecanla-Geliyorum dedi.Ve ekledi,MARKS AND SPENCER’ın önünde buluşalım.Hem zaten sevgilime VALENTİNE DAY'S(Sevgililer günü) için gecelik alacağım.
Berke-OKEY Büke, görüşürüz.BYE BYE diyerek telefonu kapattı,içi içine sığmıyordu.
--------
Melis heyecanla ‘’Emperyalizme Nayır!’’ mitingi için üzerini giyiyordu.Eli ayağı birbirine dolanıyordu.’’Yetti artık’’ diye geçirdi içinden ,’’yetti artık,bu ne yaa?bu ne?biz bağımsız mıyız değil miyiz?Neyse ki bu miting düzenleniyor da ne olduğumuz anlaşılacak,inleteceğiz dünyayı,inleteceğiz!’’dedi kendi kendine…Banyoya gitti sonra; VİCTORİA SECRET marka iç çamaşırlarını kirliye attı.Ellerini yıkadı... JOHNSON&JOHNSON marka lenslerini, BAUSCH&LOMB marka solisyonuyla temizledi.Tam dışarı çıkacaktı ki o da ne ?Mendebur kız kardeşi, Melis’in CONVERSE’ini giymişti.Çok sinirlendi Melis,’’O küçük cadı bunu hep yapıyor,Allah kahretsin!ne giyeceğim ben şimdi yaa?’’diye içinden geçirdi hırsla…''Neyse bari NIKE'larımı giyerim''....
---------
68 kuşağından Mehmet bey de çok heyecanlıydı.Bu mitingin afişlerini gördüğünden beri gözüne uyku girmiyordu.Özenle traş oldu.CALVIN KLEİN marka BOXER'ini giydi önce...Sonrada Kadife ceketini ve altına DİESEL marka JEAN’ini.Özlemle baktı eski parkasına…İç geçirdi çocukça bir tebessümle.Ne günlerdi o günler…Sonra merdivenlerden indi heyecanla.Nasıl heyecanlanmasın?ZİPPO marka çakmağıyla MARLBORO'sunu yaktı.Derin derin çekti içine sigarasından...Ya istiklal Ya ölümdü!..
Emperyalizme Nayır! diyeceklerdi hep beraber omuz omuza!…FORD marka arabasına bindi ve miting alanına doğru heyecanla yol almaya başladı.
----------
Heyecanlı bir grup arkadaş da miting alanına çok erken geldiklerinden hep birlikte bir yere gidip kahve içmeyi düşündüler ama STARBUCKS’a mı yoksa MC DONALD’S’a mı gideceklerine bir türlü karar veremediler.Yazı tura attılar MC DONALD’S çıktı.İçlerinden biri ,heyecanlı heyecanlı ‘’dün geceden beri uyuyamadım,gözüme uyku girmedi.Adi Amerika,sen kimsin de karışıyorsun bizim bağımsızlığımıza,iç işlerimize?Bütün dünyayı inleteceğiz arkadaşlar.Zaten bu miting CNN'den canlı yayınlanacakmış,yetti artık canımıza!Görsünler bakalım neymişiz biz ,görsünler adiler!’’dedi. Sonra gidip bir HAMBURGER aldı,birde COCA COLA…Ve hırsla ısırdı hamburgerini sinirinden…
----------
Mitingin basındaki yankıları;
''İşte bir miting de böyle sona erdi.Herkes döktü eteğindeki taşları...Deşarj oldu.Bayrakları soktular Amerika'nın gözüne...Bir grup, Amerika bayrağını yakmaya kalktı.Polis,grubu güçlükle yatıştırdı.''
‘’Emperyalizme Nayır!’’ mitingi halkın coşkun ve yoğun katılımıyla çok yankı yarattı.Milyonlar oradaydı.Herkes tek yürek olmuştu.’’Vur ,vur inlesin Amerika dinlesin!’’,’’Amerika, Amerika duy sesimizi’’,’’kahrolsun emperyalizm!’’sloganları atıldı.
Konuşmacılardan AntiABDDer başkanı Selami Atılgan, -yetti artık canımıza,bu son olsun,bu halk aptal değil,yemezler!Emperyalizme Nayır!dedi...
------------
Tövbe tövbee,ne karışıyordu ki bu Amerika bize?
Etiketler:
emperyalizm,
hamburger,
miting,
valentine day's
Hayal'in ''The Sittiret'' iş başvurusu
Her zamanki gibi Sebati’sinin üzerine oturmuş,küskün bakışlarla denizin gel gitli sularında kendine göre büyük ama dünyanın ‘’pışııkk!’’ diye dalga geçtiği hayaller kuruyordu.Olsundu…Sebati kim mi?Hayal’in moda iskelesine bakıp denizi seyrettiği kayasının adı…Bir gün denizi seyrederken birdenbire aklına ''Sebati'' diye bir isim gelmiş ve bu sadık kayaya bu adı verivermişti…Bu sahilde bir kayaya sahip olup da denizi seyreden başkaca bir insan var mıydı o da bilmiyordu ama Hayal, hemen hemen hergün Sebati ile denizi seyrederek dertleşirdi.
-Bak Sebati,bugün de iş aradım ve yine bulamadım.Geçen gün kabul edildiğim bir işe ne büyük bir heyecanla koşa koşa gittim.İnan o gece uyuyamamıştım.Çok mutluydum Sebati…Patron olacak hırbo, daha ilk iş günümde, ‘’endamında ne güzelmiş,şöölee mini etekler felan giy,yakışır sana’’,demesin mi?...’’Ahlaksız herif!utan utan yaşından,başından!’’ deyip,vurdum kapıyı çıktım…Ah Sebati ahh!bir bilsen ne kadar zor durumdayım…Çalışmak istiyorum ama iş yok!İş buluyorum ama eğer tanıdık vasıtasıyla değilse başına gelmedik bela kalmaz bu koca şehirde…Off,offf! diye derin bir iç geçirip meyve suyundan bi fırt çekti,simidini hırsla dişledi…O sırada Sebati’nin hemen bitişiğindeki cam şişesi kırıklarıyla dolu kayanın üzerine minik bir serçecik konup sanki çok önemli bir haber getirmiş gibi, heyecanlı heyecanlı ötmeye başladı.Hayal şaşkınlıkla,’’Sebati bak!bu bana bişiler anlatıyor sanki,hah ha ha hah!minik kuş,al sana susam,bak valla martı olsaydın vermezdim,herkes onları besliyor zaten ama ben sizin familyayı seviyorum,al bakim ,al’’…elindeki simidin susamlarını ufalayarak verdi bu haberci serçeye…
Sonra geçen gün bir arkadaşının ısrarlı tavsiyeleriyle ,hatta yalvararak verdiği kitabı çıkardı çantasından,''The Sittiret''... ‘’Dur Sebati, bu kitabı sana da okuyayım;şimdi bak,biz eğer istersek,sırf düşünerek, yani düşünce gücüyle her şeyi yapabiliyormuşuz,öyle yazıyor valla bu kitapta…Sebati, tamam okuyorum çatlama şimdi taş olup ,ha ha ha ha ha ha ha…Ama çok etkilendim,bu kitaptan,Perihan haklıymış…Bak ne yazıyor, iş görüşmesine gidince şöyle davranacakmışsın …
………….
Bu sabah yine çok heyecanlıydı Hayal,çünkü Figen hanım diye biri onu iş görüşmesine çağırmıştı.O serçecik boşuna heyecanlı heyecanlı ötmemişti yani…İşte vardı bu doğada işaretlerin dili,evrenin yasası…Mesela Perihan'ın ona bu kitabı vermesi var ya, bu bile bir tesadüf değildi ,bunda bile ilahi bir mesaj vardı…Ne diyordu ‘’The Sittiret’’ de:
’’Bu sizin hayatınız ve sizin tarafınızdan keşfedilmeyi bekliyor!Şimdiye kadar,hayatın zor ve başlı başına bir mücadele olduğunu düşünmüş,bu yüzden de çekim yasası gereği hayatı zor bir mücadele olarak yaşamış olabilirsiniz.Şimdi ise evrene;Hayat çok kolay!Hayat çok güzel!İyi olan ne varsa bana geliyor! diye haykırmaya başlayın!’’…
İşte o serçeciğin o canhıraş ötmeleri;sonra Perihan’ın ona bu kitabı vermesi ve sonrasında bu iş başvurusuna çağrılmış olması,tüm bunlar çekim yasasının etkisiydi…Tesadüf değildi bunlar…Sadece bu işaretlerin dilini iyi yorumlamak gerekiyordu…Herkes bunu görmüyordu ve hayatta başarılı olamıyordu.Oysa herkes bu kitabı okusa hayat o kadar kolay o kadar basit çözümlenecekti ki!
…………….
Olaya bak Tanrım!mesela şimdi de toplantı salonunda Figen hanımı beklerken karıştırdığı bir derginin rastgele açtığı sayfasında da bu ‘’The sittiret’’ kitabının reklamını gördü ve inanılmaz bir şey yazıyordu reklamında bile; ‘’Ne istemiş olursan ol,dileğin için dua ederken,onu elde etmekte olduğuna inan,ona erişeceksin!’’Mark 11:24
…İşte bu kadar!bu yazının şıp diye karşısına çıkması bile işe alınacağının kesin bir göstergesiydi yaaaa,işte bu!Bu bir mesajdı!
Figen hanım,onu kendi odasına buyur etti…El sıkışırken Figen hanım’ın elini çok sıkı sıktı çünkü kitapta yazdığına göre iş başvurularında bu tarz el sıkışma şekli ,karşındaki kişiye ne kadar özgüvenli olduğunu gösteriyormuş…Figen hanım da bayağı sıkı el sıkışıyordu,o da bayağı özgüvenliydi…
Hayal kendisine sorulan sorulara son derece rahat yanıtlar verdi çünkü çekim yasası ona evrenin dilini yeterince açık olarak belirtmişti,bu işe kesin olarak alınacaktı.Buna yüzde yüz inanırsa düşünce gücüne göre bu oldu demekti zaten…
Ayrıca Figen hanımın sorularını yanıtlarken de gözlerini asla sağa kaçırmadı ve burnunu kaşımadı .Eğer gözünü sağa kaçırır ve burnunu kaşırsa bu yalan konuştuğunu gösterirdi.E herhalde vücut dili sinyallerini, insan kaynakçı Figen hanımın bilmemesine olanak yoktu…Çok dikkatli davranmaya çalışıyor ve kesinlikle açık vermiyordu… Figen hanım işte o tuzak soruyu sordu,
-kendinizde en beğenmediğiniz huyunuz hangisidir?
Bu soruya hiç düşünmeksizin,
-sabırsızlık! yanıtını verdi…Böylelikle çalışma hayatında işlere yana yakıla kendini veren bir insan olduğu mesajını Figen hanıma vermiş oluyordu…Bütün bu yolları,şifreleri,vücut dilini,özgüveni,iş başvurularındaki tüm püf noktaları öğretmişti zaten ona ‘’The Sittiret’’…
İş görüşmesi Hayal için çok verimli geçti..Yine çok sıkıca özgüvenli özgüvenli el sıkışarak görüşmeyi sonlandırdılar…Güle oynaya savaşı kazanmış gibi ,içi sımsıcak bir mutlulukla dolarak ayrıldı oradan….Figen hanım son derece iyi intibalar almışcasına ‘’biz sizi ararız’’ demişti Hayal’e…Onu kesin arayacaklar ve ‘’gel başla’’diyeceklerdi,emindi bundan…İçinden ,kitaptan öğrendiği kelimeleri geçirerek evin yolunu tuttu ‘’gözlerini kapa ve sanki istediğin şey olmuş gibi hayal et,ordasın ve oldu!’’...İşi kesin alacaktı ve her şeyi ‘’The Sittiret’’kitabına borçluydu...Yaşasın!
…………..
Zırrrrr,zırrrrr,zırrrrr ya da di li li li li,di li li li li li,(telefon zil sesi hangi melodi gibi çaldı ,orasını bilemiyoruz artık...)...
Figen hanım,bütün iş görüşmelerini bitirmişti ki,telefonu yukarıdaki zil seslerinden biri şeklinde acı acı çaldı…Arayan Genel Müdürdü…Özgüvenli İnsan Kaynakları Müdürü Figen hanım,yerinden zıplayarak,ayağa kalktı,zangır zangır titreyerek,
-Buyurun efendim… Yaklaşık 30 kişiyle görüştük efendim,evet evet…Bakan Muttali beyin yeğeni Çiğdem Sarı işe alınacak,peki efendim,evet efendim,notumu aldım efendim,baş üstüne efendim.
Dipnot;''The Secret''in Türkiye versiyonu...
-Bak Sebati,bugün de iş aradım ve yine bulamadım.Geçen gün kabul edildiğim bir işe ne büyük bir heyecanla koşa koşa gittim.İnan o gece uyuyamamıştım.Çok mutluydum Sebati…Patron olacak hırbo, daha ilk iş günümde, ‘’endamında ne güzelmiş,şöölee mini etekler felan giy,yakışır sana’’,demesin mi?...’’Ahlaksız herif!utan utan yaşından,başından!’’ deyip,vurdum kapıyı çıktım…Ah Sebati ahh!bir bilsen ne kadar zor durumdayım…Çalışmak istiyorum ama iş yok!İş buluyorum ama eğer tanıdık vasıtasıyla değilse başına gelmedik bela kalmaz bu koca şehirde…Off,offf! diye derin bir iç geçirip meyve suyundan bi fırt çekti,simidini hırsla dişledi…O sırada Sebati’nin hemen bitişiğindeki cam şişesi kırıklarıyla dolu kayanın üzerine minik bir serçecik konup sanki çok önemli bir haber getirmiş gibi, heyecanlı heyecanlı ötmeye başladı.Hayal şaşkınlıkla,’’Sebati bak!bu bana bişiler anlatıyor sanki,hah ha ha hah!minik kuş,al sana susam,bak valla martı olsaydın vermezdim,herkes onları besliyor zaten ama ben sizin familyayı seviyorum,al bakim ,al’’…elindeki simidin susamlarını ufalayarak verdi bu haberci serçeye…
Sonra geçen gün bir arkadaşının ısrarlı tavsiyeleriyle ,hatta yalvararak verdiği kitabı çıkardı çantasından,''The Sittiret''... ‘’Dur Sebati, bu kitabı sana da okuyayım;şimdi bak,biz eğer istersek,sırf düşünerek, yani düşünce gücüyle her şeyi yapabiliyormuşuz,öyle yazıyor valla bu kitapta…Sebati, tamam okuyorum çatlama şimdi taş olup ,ha ha ha ha ha ha ha…Ama çok etkilendim,bu kitaptan,Perihan haklıymış…Bak ne yazıyor, iş görüşmesine gidince şöyle davranacakmışsın …
………….
Bu sabah yine çok heyecanlıydı Hayal,çünkü Figen hanım diye biri onu iş görüşmesine çağırmıştı.O serçecik boşuna heyecanlı heyecanlı ötmemişti yani…İşte vardı bu doğada işaretlerin dili,evrenin yasası…Mesela Perihan'ın ona bu kitabı vermesi var ya, bu bile bir tesadüf değildi ,bunda bile ilahi bir mesaj vardı…Ne diyordu ‘’The Sittiret’’ de:
’’Bu sizin hayatınız ve sizin tarafınızdan keşfedilmeyi bekliyor!Şimdiye kadar,hayatın zor ve başlı başına bir mücadele olduğunu düşünmüş,bu yüzden de çekim yasası gereği hayatı zor bir mücadele olarak yaşamış olabilirsiniz.Şimdi ise evrene;Hayat çok kolay!Hayat çok güzel!İyi olan ne varsa bana geliyor! diye haykırmaya başlayın!’’…
İşte o serçeciğin o canhıraş ötmeleri;sonra Perihan’ın ona bu kitabı vermesi ve sonrasında bu iş başvurusuna çağrılmış olması,tüm bunlar çekim yasasının etkisiydi…Tesadüf değildi bunlar…Sadece bu işaretlerin dilini iyi yorumlamak gerekiyordu…Herkes bunu görmüyordu ve hayatta başarılı olamıyordu.Oysa herkes bu kitabı okusa hayat o kadar kolay o kadar basit çözümlenecekti ki!
…………….
Olaya bak Tanrım!mesela şimdi de toplantı salonunda Figen hanımı beklerken karıştırdığı bir derginin rastgele açtığı sayfasında da bu ‘’The sittiret’’ kitabının reklamını gördü ve inanılmaz bir şey yazıyordu reklamında bile; ‘’Ne istemiş olursan ol,dileğin için dua ederken,onu elde etmekte olduğuna inan,ona erişeceksin!’’Mark 11:24
…İşte bu kadar!bu yazının şıp diye karşısına çıkması bile işe alınacağının kesin bir göstergesiydi yaaaa,işte bu!Bu bir mesajdı!
Figen hanım,onu kendi odasına buyur etti…El sıkışırken Figen hanım’ın elini çok sıkı sıktı çünkü kitapta yazdığına göre iş başvurularında bu tarz el sıkışma şekli ,karşındaki kişiye ne kadar özgüvenli olduğunu gösteriyormuş…Figen hanım da bayağı sıkı el sıkışıyordu,o da bayağı özgüvenliydi…
Hayal kendisine sorulan sorulara son derece rahat yanıtlar verdi çünkü çekim yasası ona evrenin dilini yeterince açık olarak belirtmişti,bu işe kesin olarak alınacaktı.Buna yüzde yüz inanırsa düşünce gücüne göre bu oldu demekti zaten…
Ayrıca Figen hanımın sorularını yanıtlarken de gözlerini asla sağa kaçırmadı ve burnunu kaşımadı .Eğer gözünü sağa kaçırır ve burnunu kaşırsa bu yalan konuştuğunu gösterirdi.E herhalde vücut dili sinyallerini, insan kaynakçı Figen hanımın bilmemesine olanak yoktu…Çok dikkatli davranmaya çalışıyor ve kesinlikle açık vermiyordu… Figen hanım işte o tuzak soruyu sordu,
-kendinizde en beğenmediğiniz huyunuz hangisidir?
Bu soruya hiç düşünmeksizin,
-sabırsızlık! yanıtını verdi…Böylelikle çalışma hayatında işlere yana yakıla kendini veren bir insan olduğu mesajını Figen hanıma vermiş oluyordu…Bütün bu yolları,şifreleri,vücut dilini,özgüveni,iş başvurularındaki tüm püf noktaları öğretmişti zaten ona ‘’The Sittiret’’…
İş görüşmesi Hayal için çok verimli geçti..Yine çok sıkıca özgüvenli özgüvenli el sıkışarak görüşmeyi sonlandırdılar…Güle oynaya savaşı kazanmış gibi ,içi sımsıcak bir mutlulukla dolarak ayrıldı oradan….Figen hanım son derece iyi intibalar almışcasına ‘’biz sizi ararız’’ demişti Hayal’e…Onu kesin arayacaklar ve ‘’gel başla’’diyeceklerdi,emindi bundan…İçinden ,kitaptan öğrendiği kelimeleri geçirerek evin yolunu tuttu ‘’gözlerini kapa ve sanki istediğin şey olmuş gibi hayal et,ordasın ve oldu!’’...İşi kesin alacaktı ve her şeyi ‘’The Sittiret’’kitabına borçluydu...Yaşasın!
…………..
Zırrrrr,zırrrrr,zırrrrr ya da di li li li li,di li li li li li,(telefon zil sesi hangi melodi gibi çaldı ,orasını bilemiyoruz artık...)...
Figen hanım,bütün iş görüşmelerini bitirmişti ki,telefonu yukarıdaki zil seslerinden biri şeklinde acı acı çaldı…Arayan Genel Müdürdü…Özgüvenli İnsan Kaynakları Müdürü Figen hanım,yerinden zıplayarak,ayağa kalktı,zangır zangır titreyerek,
-Buyurun efendim… Yaklaşık 30 kişiyle görüştük efendim,evet evet…Bakan Muttali beyin yeğeni Çiğdem Sarı işe alınacak,peki efendim,evet efendim,notumu aldım efendim,baş üstüne efendim.
Dipnot;''The Secret''in Türkiye versiyonu...
Etiketler:
Genel Müdür,
Hayal,
İnsan Kaynakları,
İş başvurusu,
Sebati,
The Secret
Oyunlar...
Düşün,yalnızca söylediklerin kadar mısın?Hiç gitmediğin ülkelerde şimdi var mısın?Yüzünü bile görmediğin aşklar kadar har mısın?Nefes almadığın boşlukların ipi bile olamadığın uçurtmalarında, saklambaç oynamış bir gökkuşağı kadar saklı mısın?Kendinden menkul,insandan namesul üfürülmüş düşlere hiç dil çıkardın mı?’’Nasıl da koydum ama edebiyatı!’’...Düşün bakalım, sen sadece ‘’edebiyat yapmak’’ için mi yazarsın?
………..
Oyun oynamayı ne zaman öğrenmeye başlıyoruz?Henüz yeni doğmuşken değil…
3-4 yaşlarında başlıyor evcilikler;doktorlarla hemşireler…
Sonra gelsin ilkokuldaki meraklı bilmeceler;’-masada 15 tane mum vardı,7’sini üfledim kaç mum kaldı?’
-8!.
-Hayır!Değil,15 tane kalır,çünkü sadece üfledin akıllım!
Ortaokulda başlar arkadaşların aşklarını aşırma oyunu…Belki de kendine güvensizliğin ilk dışavurumu…Çok tehlikeli ve adi,hemen müdahale edilmeli!Ciddi bir karakter bozukluğu sorunu…
(Ya, 30'lu yaşlar ve sonrasına göre ne kadar masum,bağışlanabilir be belki?hıı,öyle değil mi?)
Lisede ‘’ben öğrenim hayatım boyunca ve hatta üniversite sınavlarında bile kopya çektim,o yüzden sakın kopyaya yeltenmeyin,her yolunu bilirim’’diyen coğrafya öğretmenine sırf tepkisellik olsun diye inadına kopya çekmek… Ve Hababam Sınıfını kıkır kıkır kıkırdayarak taklit ederken ,Kel Mahmut yakalayınca varoluşsal olarak hırsından hüngür hüngür ağlamak!Var işte serde delikanlı olmak !
Oysa minicik kağıtlara yazdığın ‘’Arıcılık hangi bölgelerde yapılır?’’sorusunun yanıtı kadar değildir yaşamak!Kaldı ki kopyayı karınca duası gibi yazarken öğrenmiştin zaten hangi bölgelerde ne yetiştiğini…Keşke hayatın da kopyası çekilebilseydi.
Hapishanendir sabah 8,akşam 18 işyerleri;kolundaki saati göstererek bekler seni torpilin olmadığı için gardiyanın olan ,habüre dilinde balgamını gezdirip sonra da afiyetle yiyerek yutan , kolu tüylü, kadından bozmalıkla,erkek de olamadıklık arasında gidip gelen ,ahh o kraldan çok kralcılar!
Anarşiste sökmez yavruuumm bu kurallar!
Oyunlar ne zaman başlar?
Zararlı kımıllarla mücadele gibi ’’kendimi korumak için’’lafına bürünür,senin oyunlarının ismi.
Aman ha,öyle bir kıvama getirmesinler seni !Bırak hep onlar olsun ennn birinci!
Sonra ipin ucu bi kaçar,karar veremezsin bu oyunlar acep bitse mi bitmese mi.
Dersin ki ''ben nerdeyim,yerde miyim gökte mi?''
………..
Oyun oynamayı ne zaman öğrenmeye başlıyoruz?Henüz yeni doğmuşken değil…
3-4 yaşlarında başlıyor evcilikler;doktorlarla hemşireler…
Sonra gelsin ilkokuldaki meraklı bilmeceler;’-masada 15 tane mum vardı,7’sini üfledim kaç mum kaldı?’
-8!.
-Hayır!Değil,15 tane kalır,çünkü sadece üfledin akıllım!
Ortaokulda başlar arkadaşların aşklarını aşırma oyunu…Belki de kendine güvensizliğin ilk dışavurumu…Çok tehlikeli ve adi,hemen müdahale edilmeli!Ciddi bir karakter bozukluğu sorunu…
(Ya, 30'lu yaşlar ve sonrasına göre ne kadar masum,bağışlanabilir be belki?hıı,öyle değil mi?)
Lisede ‘’ben öğrenim hayatım boyunca ve hatta üniversite sınavlarında bile kopya çektim,o yüzden sakın kopyaya yeltenmeyin,her yolunu bilirim’’diyen coğrafya öğretmenine sırf tepkisellik olsun diye inadına kopya çekmek… Ve Hababam Sınıfını kıkır kıkır kıkırdayarak taklit ederken ,Kel Mahmut yakalayınca varoluşsal olarak hırsından hüngür hüngür ağlamak!Var işte serde delikanlı olmak !
Oysa minicik kağıtlara yazdığın ‘’Arıcılık hangi bölgelerde yapılır?’’sorusunun yanıtı kadar değildir yaşamak!Kaldı ki kopyayı karınca duası gibi yazarken öğrenmiştin zaten hangi bölgelerde ne yetiştiğini…Keşke hayatın da kopyası çekilebilseydi.
Hapishanendir sabah 8,akşam 18 işyerleri;kolundaki saati göstererek bekler seni torpilin olmadığı için gardiyanın olan ,habüre dilinde balgamını gezdirip sonra da afiyetle yiyerek yutan , kolu tüylü, kadından bozmalıkla,erkek de olamadıklık arasında gidip gelen ,ahh o kraldan çok kralcılar!
Anarşiste sökmez yavruuumm bu kurallar!
Oyunlar ne zaman başlar?
Zararlı kımıllarla mücadele gibi ’’kendimi korumak için’’lafına bürünür,senin oyunlarının ismi.
Aman ha,öyle bir kıvama getirmesinler seni !Bırak hep onlar olsun ennn birinci!
Sonra ipin ucu bi kaçar,karar veremezsin bu oyunlar acep bitse mi bitmese mi.
Dersin ki ''ben nerdeyim,yerde miyim gökte mi?''
6 Haziran 2008 Cuma
Facebook,sana bi girersem fena olursun!
Esra’nın güncesi;
Esra'nın güncesinden;
Sevgili günlük,
ülkemizde her şeyin moku çıkartıldığı gibi bu ''Facebook ''mudur ,nedir ,onun da moku çıkartıldı.. Gerçekten enteresan bir milletiz biz...Apartmanlarda hırsız gibi yaşayıp,ez kaza karşılaşılan kapı komşusundan bir selamı esirgemenin küçük hesaplarını yaparken,Facebook denen şu son moda çılgınlıkta,delicesine bir özlemle eski arkadaş avına çıkılmış durumda...
Düşündüm de...ben ,''Facebook'' da asla olmamalıyım…Yok yok olmamalıyım...Çünkü benim Facebook' da yer almam, hayatımın bir dönemine giren insanlar için hiç de iyi olmayacak!..Nasıl mı?Şölee;
Şimdi mesela ortaokul ve lisede (maalesef ki) sınıf arkadaşım olmuş Burcu..Evet evet,o bücür Burcu beni Facebook 'da bulsa aynen şu şekilde bir mesaj yazar bana;''Sevgili Esra,merhaba ben Burcu…evet,evet o bücür Burcu..seni bulduğum için çok mutluyum Esra...yıllardır sana yaptığım kötülüklerin altında ezilmekten mahvolmuştum...Ama artık itiraf etmeliyim;Beden Öğretmeni olan babam,seni benim yüzümden basketbol takımında ilk 5'e almadı..Sen ,benim yüzümden hep yedekte kaldın Esra…Ve üstelik babam lisede de beni takip edip ,Beden Eğitimi Öğretmenimiz oldu..Ve ben, senin yakanı orada da bırakmadım..Dolayısıyla belki de şu anda boyun benim yüzümden 5 cm daha kısa..belki de sırf bu sebeple bodik kaldın...Özür dilerim Esra,ne olur beni bağışla...Folklor ve bando seçmeleri konusuna hiç girmeyeyim zaten ..Allah belamı versin ki yüzüm yok!..Yalvarırım affet beni Esra!..''
Ya da bir zamanlar çok kısa sürse de -ki başka türlü de olamazdı zaten- flört etme gafletinde bulunduğum o salak avukat Bülent,beni Facebook 'da bulsa o da aynen şu mesajı yazardı ''Sevgili Esra,merhaba…şeyy...ben, o cimri avukat Bülent...Evet evet ,o hayvanoğluhayvan ben!…Seninle çıktığımız ilk gün, daha sen arabaya adımını atar atmaz, ''kaç lira paran var ?''diye sormuştum sana..sonra... sonra sen şaşalamıştın...ve ben, kem küm etmene bile fırsat vermeden ''köprü parasını sen verecenn' demiştim sana..allahım ben öküzüm Esra! Evet evet,öküzüm ben!..Hatta bununla da kalmadım, sinemadan çıktığımızda da ''sinema parasını ben verdim,hadi bakalım Burgerking 'i de sen ısmarlayacann'' diye pazarlığa girdim seninle…E doğal olarak cimriliklerim yüzünden beni terk ettin..ama ben yine durmadım..Tam 5 yıl sonra seni arayarak sana verdiğim kıytırıktan 3 kitabı geri istedim...Ahh Esra ahhh!Şu yaptığım öküzlüklere bak!...Evet evet,ben öküzüm,ben kalasım!.. Ama seni burada buldum ya artık ölsem de gam yemem!..Affet beni Esra ,ne olur!..Hayyvanım ben!..hayvanım! ....Ühüü,üüühüüü!''
Ya da ne bileyim sevgili günlük mesela işimden istifa etmeme sebep olan İrem,şimdi beni Facebook 'da bulsa, sanırım o da şunları yazardı;''Esra!..Aman allahım Esra!…Seni buldum ya ölsem de gam yemem artık...Allah bu Facebook'u başımızdan eksik etmesin!.. Esra…biliyor musun,ben geceleri vicdan azabından uyuyamıyorum..Senin hep yüzüne güldüm...Ama işte, serde aşiftelik var ya ,o sebepten sana etmediğimi bırakmadım...İşyerinde yıldızın çok parlaktı...Allah beni kahretsin ki seni çekemiyordum Esra...Sana baktıkça kendimdeki eksiklikleri görüyor,için için kendimi yiyip bitiriyordum...Gerçi kendimi bu kadar yememe rağmen hala şişkoydum ama...Neysee...Ve en sonunda, kendimce bi numarayla ispiyonladım seni bizim yönetici karılara…zaten onların da canına minnet,o yellozlara da olay lazım...Çorabı ördük başına anlayacağın...Ve seni istifa etmek zorunda bıraktık..Duyduğuma göre,sana yaptığımız haksızlıklara dayanamayan baban da kalp krizi geçirmiş galiba…Ama olsun,seni buldum ya Esra!..Gerçi ,babanın kalp krizi geçirmesi sonucu,annen de üzüntüden zona olup,kurdeşen dökmüş ama olsun,ben seni buldum ya!Yalvarırım affet beni ne olur!Aşifteyim ben,adiyim ben!Ölümü ye bak affetmezsen!''
Ya annesi ve ablalarından öcü gibi korkan eski kocama ne demeli günlük??Şimdi o da Facebook 'da benimle karşılaşırsa ne yazar sence?;''Esra..biliyorum ben bir korkağım...evet evet itiraf ediyorum,ben bir kor-ka-ğım!..Allah belamı versin benim!…itiraf ediyorum;annem ve ablalarım sürekli beni doldurup durdu...Onlardan tırsıyordum...Nası tırsmimm?Nası??Sen de biliyorsun ki 7 adet cadolozla baş etmek mümkün değil...Ahh Esra ahh!Nalet olsun ki ben feodalite kurbanıyım!Üstelik de Üniversite mezunuyum..Allah belamı versin benim!…Ama seni bu Facebook'da buldum ya inan çok duygulandım..bağışla beni..Ailemden korkuma altıma mıcır mıcır mıçtığım ; 1 yıl boyunca evde ailemi temsilen seninle hiç konuşmayıp,kasten çekirdek çitleyip,TV seyrettiğim günleri bağışla!…Telafisi zor biliyorum Esra...Ama napimm ki ben eşşoleşşeğin tekiyim!Hüüüüü...ühüüü,üüü...Esra...Esra!....Hıııcck!....''
Yok yok sevgili günlük..benim Facebook'a girmem hiç de iyi bir fikir değil…Eski arkadaşların seni buluyormuş da..Ayyy ne nostaljikmiş de...Valla elimden bi kaza çıkar beee!Yok yok,neme lazım,bu saatten sonra katil olmak istemiyorum...
Çünkü ''yaktıımm gemilerimiiii,dönüşş yookk artıkk geriiii/Tak ettiii canımaaa,bu maskeliii balooo/Bu maskeli balo ve onun sahte yüzleriiiiiii/Bu maskeli balooo ve onun sahte yüzleriiiiiiiii....''
Hoşçakal sevgili günlük,YARIN görüşürüz…./Esra…''
Esra'nın güncesinden;
Sevgili günlük,
ülkemizde her şeyin moku çıkartıldığı gibi bu ''Facebook ''mudur ,nedir ,onun da moku çıkartıldı.. Gerçekten enteresan bir milletiz biz...Apartmanlarda hırsız gibi yaşayıp,ez kaza karşılaşılan kapı komşusundan bir selamı esirgemenin küçük hesaplarını yaparken,Facebook denen şu son moda çılgınlıkta,delicesine bir özlemle eski arkadaş avına çıkılmış durumda...
Düşündüm de...ben ,''Facebook'' da asla olmamalıyım…Yok yok olmamalıyım...Çünkü benim Facebook' da yer almam, hayatımın bir dönemine giren insanlar için hiç de iyi olmayacak!..Nasıl mı?Şölee;
Şimdi mesela ortaokul ve lisede (maalesef ki) sınıf arkadaşım olmuş Burcu..Evet evet,o bücür Burcu beni Facebook 'da bulsa aynen şu şekilde bir mesaj yazar bana;''Sevgili Esra,merhaba ben Burcu…evet,evet o bücür Burcu..seni bulduğum için çok mutluyum Esra...yıllardır sana yaptığım kötülüklerin altında ezilmekten mahvolmuştum...Ama artık itiraf etmeliyim;Beden Öğretmeni olan babam,seni benim yüzümden basketbol takımında ilk 5'e almadı..Sen ,benim yüzümden hep yedekte kaldın Esra…Ve üstelik babam lisede de beni takip edip ,Beden Eğitimi Öğretmenimiz oldu..Ve ben, senin yakanı orada da bırakmadım..Dolayısıyla belki de şu anda boyun benim yüzümden 5 cm daha kısa..belki de sırf bu sebeple bodik kaldın...Özür dilerim Esra,ne olur beni bağışla...Folklor ve bando seçmeleri konusuna hiç girmeyeyim zaten ..Allah belamı versin ki yüzüm yok!..Yalvarırım affet beni Esra!..''
Ya da bir zamanlar çok kısa sürse de -ki başka türlü de olamazdı zaten- flört etme gafletinde bulunduğum o salak avukat Bülent,beni Facebook 'da bulsa o da aynen şu mesajı yazardı ''Sevgili Esra,merhaba…şeyy...ben, o cimri avukat Bülent...Evet evet ,o hayvanoğluhayvan ben!…Seninle çıktığımız ilk gün, daha sen arabaya adımını atar atmaz, ''kaç lira paran var ?''diye sormuştum sana..sonra... sonra sen şaşalamıştın...ve ben, kem küm etmene bile fırsat vermeden ''köprü parasını sen verecenn' demiştim sana..allahım ben öküzüm Esra! Evet evet,öküzüm ben!..Hatta bununla da kalmadım, sinemadan çıktığımızda da ''sinema parasını ben verdim,hadi bakalım Burgerking 'i de sen ısmarlayacann'' diye pazarlığa girdim seninle…E doğal olarak cimriliklerim yüzünden beni terk ettin..ama ben yine durmadım..Tam 5 yıl sonra seni arayarak sana verdiğim kıytırıktan 3 kitabı geri istedim...Ahh Esra ahhh!Şu yaptığım öküzlüklere bak!...Evet evet,ben öküzüm,ben kalasım!.. Ama seni burada buldum ya artık ölsem de gam yemem!..Affet beni Esra ,ne olur!..Hayyvanım ben!..hayvanım! ....Ühüü,üüühüüü!''
Ya da ne bileyim sevgili günlük mesela işimden istifa etmeme sebep olan İrem,şimdi beni Facebook 'da bulsa, sanırım o da şunları yazardı;''Esra!..Aman allahım Esra!…Seni buldum ya ölsem de gam yemem artık...Allah bu Facebook'u başımızdan eksik etmesin!.. Esra…biliyor musun,ben geceleri vicdan azabından uyuyamıyorum..Senin hep yüzüne güldüm...Ama işte, serde aşiftelik var ya ,o sebepten sana etmediğimi bırakmadım...İşyerinde yıldızın çok parlaktı...Allah beni kahretsin ki seni çekemiyordum Esra...Sana baktıkça kendimdeki eksiklikleri görüyor,için için kendimi yiyip bitiriyordum...Gerçi kendimi bu kadar yememe rağmen hala şişkoydum ama...Neysee...Ve en sonunda, kendimce bi numarayla ispiyonladım seni bizim yönetici karılara…zaten onların da canına minnet,o yellozlara da olay lazım...Çorabı ördük başına anlayacağın...Ve seni istifa etmek zorunda bıraktık..Duyduğuma göre,sana yaptığımız haksızlıklara dayanamayan baban da kalp krizi geçirmiş galiba…Ama olsun,seni buldum ya Esra!..Gerçi ,babanın kalp krizi geçirmesi sonucu,annen de üzüntüden zona olup,kurdeşen dökmüş ama olsun,ben seni buldum ya!Yalvarırım affet beni ne olur!Aşifteyim ben,adiyim ben!Ölümü ye bak affetmezsen!''
Ya annesi ve ablalarından öcü gibi korkan eski kocama ne demeli günlük??Şimdi o da Facebook 'da benimle karşılaşırsa ne yazar sence?;''Esra..biliyorum ben bir korkağım...evet evet itiraf ediyorum,ben bir kor-ka-ğım!..Allah belamı versin benim!…itiraf ediyorum;annem ve ablalarım sürekli beni doldurup durdu...Onlardan tırsıyordum...Nası tırsmimm?Nası??Sen de biliyorsun ki 7 adet cadolozla baş etmek mümkün değil...Ahh Esra ahh!Nalet olsun ki ben feodalite kurbanıyım!Üstelik de Üniversite mezunuyum..Allah belamı versin benim!…Ama seni bu Facebook'da buldum ya inan çok duygulandım..bağışla beni..Ailemden korkuma altıma mıcır mıcır mıçtığım ; 1 yıl boyunca evde ailemi temsilen seninle hiç konuşmayıp,kasten çekirdek çitleyip,TV seyrettiğim günleri bağışla!…Telafisi zor biliyorum Esra...Ama napimm ki ben eşşoleşşeğin tekiyim!Hüüüüü...ühüüü,üüü...Esra...Esra!....Hıııcck!....''
Yok yok sevgili günlük..benim Facebook'a girmem hiç de iyi bir fikir değil…Eski arkadaşların seni buluyormuş da..Ayyy ne nostaljikmiş de...Valla elimden bi kaza çıkar beee!Yok yok,neme lazım,bu saatten sonra katil olmak istemiyorum...
Çünkü ''yaktıımm gemilerimiiii,dönüşş yookk artıkk geriiii/Tak ettiii canımaaa,bu maskeliii balooo/Bu maskeli balo ve onun sahte yüzleriiiiiii/Bu maskeli balooo ve onun sahte yüzleriiiiiiiii....''
Hoşçakal sevgili günlük,YARIN görüşürüz…./Esra…''
5 Haziran 2008 Perşembe
İnsandan nasıl koyun klonladık?
''Bütünüyle bilimkurgu ve fantastik bir öyküdür''
Türk bilim adamları bugün düzenledikleri basın toplantısıyla müthiş gerçeği Türk ve Dünya basınına açıkladılar.Şok gerçekler ve basın toplantısında konuşan Boğaziçi Üniversitesi Psikiyatri Anabilim dalı başkanı Prof.Dr.Mahinur Serdengeçti’nin sarsıcı açıklamaları aşağıda yer almaktadır;
‘’ Çok Sayın Basın Mensupları ve değerli dinleyiciler,aslında Üniversitemizde başkanı bulunduğum Psikiyatri Anabilim dalı Başkanlığı olarak amacımız, yıllar baz alınarak,değişen toplumun insan üzerindeki etkilerinin araştırılmasını içeren bir çalışma yapmaktı.Bir toplumdaki değişimlerden,buhranlardan,çalkantılardan bir insan ne şekilde etkileniyor ve bu ,o insanın psikolojisine nasıl yansıyordu?Bu çalışmanın mazisi kürsümüz için çok eskilere dayanmakta olup,ben bu çalışmanın son yıllarında yer almış bulunmaktayım.
Bunun için Sayın Oya hanım 3 yaşındayken denek olarak seçildi.Kendisi normal gelişimi boyunca kürsümüz tarafından izlenmiş ve testlere tabii tutulmuştur.
Çalışmaya 1970 yılında başlandı.Deneğimiz Oya, İlkokula başlayıncaya kadar gayet normal bir seyir izledi.
Ancak Eğitim ve Öğretim hayatı boyunca görüldü ki denek Oya’nın kıllanmasında önemli bir artış olmaya başladı.Bunun sebeplerini araştırdığımızda Türk Eğitim sistemindeki korkunç müfredatlar,bu müfredatların sürekli her iktidarın keyfine göre değiştirilmesi;Edebiyat tarihimizde yer etmiş önemli yazarlara,şairlere siyasi kaygılarla bilhassa yer verilmiyor olması gibi nedenlerle kıllanmasının artmış olduğu saptandı.
1980 yılına kadar ,her gece haberlerde seyrettiği anarşi;1980 da yapılan askeri darbe ile bir gecede (her nasılsa) anarşinin durmasından ;özellikle 17 yaşında asılan Erdal Eren’in idamından çok fazla etkilendiği gözlemlendi.Kulakları küçüldü,burnu değişime uğradı,elleri ve ayakları ufak da olsa farklılaşmaya başlamıştı.
Üniversite yıllarında son derece suskunlaşan deneğimizde,1990 yıllarında ülkede öldürülen aydınlar,bilim adamları,yazarların sayısının artması, bu cinayetlerin meçhul faillerinin bir türlü bulunamaması ile önemli ölçüde konuşma kaybı başlamıştı.Sadece gündelik yaşamda işine yarayacak kelimeleri kullanıyor,etliye,sütlüye adeta hiç karışmıyor,tırsmış bir profil sergiliyordu.
Yine aynı yıllarda evlenen deneğimizde, 1992 yılında meydana gelen Sivas katliamıyla birlikte tamamen konuşma kaybı,bakışların boşluğa takılı ve donuk bakması ve his kaybında çoğalma kaydedildi.
1996’da meydana gelen Susurluk skandalı ve skandalın ardında yatan gerçeklerin ört bas edilmesi;yine aynı yıllarda öldürülen gazeteci Metin Göktepe’ cinayetinin ardındaki sırlar,denek Oya’yı tamamen başkalaştırdı.Kendisini artık laboratuarımızda muhafaza altına almak zorunda kalmıştık.Çünkü insan içine çıkacak hali kalmamıştı,ailesi perişandı.
2000’li yıllarda ise yazar Orhan Pamuk’un Nobel Edebiyat ödülünü alması ve fakat ülkede buna verilen tuhaf tepkiler;son olarak da işlenen Hrant Dink cinayetiyle birlikte deneğimiz Oya tanınamaz hale gelmişti.
En son Ülkede başlayan aşırı milliyetçilik akımı,dinci kadrolaşmalardaki artış ve tüm bunlara rağmen Aydınları öldürülmüş bir ülkede yaşıyor olması denek Oya hanımı bizi bile dehşete düşüren bir hale getirdi.Deneğin kuyruk sokumunda oluşmuş bir kuyruk tespit ettik.
Bir sabah Laboratuarın kapısını açtığımızda karşımızda ‘’me’’leyen bir koyun bulduk.Ancak bu gerçeği tabii ki saklamak zorundaydık.Ne yapacağımızı biz bilim adamları bile bilemiyorduk.Şaşkındık.
Tübitak destekli projeler kapsamında yer alan ‘’kopya koyun’’ projesi için denek koyun Oya hanımdan yararlanılmasına karar verildi.Klonlama sonucu Kasım 2007 tarihinde ‘’koyunlaşan insan denek Oya’’dan ,Türkiye’nin ilk klon kuzusu dünyaya gelmiştir.Bu kuzuya da ‘’Oyalı’’ isminin konulmasının sebebi budur.
Dolayısıyla Dünyanın çok önemli bir buluşu olan ‘’’koyundan koyun klonlama’’ buluşunu da sarsan’’ insanın koyunlaşması ve bu koyundan da kuzu klonlaması’’ işlemi Dünyada tektir.Ve ne mutludur ki bu bize nasip olmuştur.Bu önemli bilimsel çalışmanın açıklanması ve deklare edilmesi amacıyla bu basın toplantısını düzenlemiş bulunmaktayız.
Vatanımız ve Milletimiz için hayırlara vesile olmasını temenni ederiz.Saygılarımızla.''
Türk bilim adamları bugün düzenledikleri basın toplantısıyla müthiş gerçeği Türk ve Dünya basınına açıkladılar.Şok gerçekler ve basın toplantısında konuşan Boğaziçi Üniversitesi Psikiyatri Anabilim dalı başkanı Prof.Dr.Mahinur Serdengeçti’nin sarsıcı açıklamaları aşağıda yer almaktadır;
‘’ Çok Sayın Basın Mensupları ve değerli dinleyiciler,aslında Üniversitemizde başkanı bulunduğum Psikiyatri Anabilim dalı Başkanlığı olarak amacımız, yıllar baz alınarak,değişen toplumun insan üzerindeki etkilerinin araştırılmasını içeren bir çalışma yapmaktı.Bir toplumdaki değişimlerden,buhranlardan,çalkantılardan bir insan ne şekilde etkileniyor ve bu ,o insanın psikolojisine nasıl yansıyordu?Bu çalışmanın mazisi kürsümüz için çok eskilere dayanmakta olup,ben bu çalışmanın son yıllarında yer almış bulunmaktayım.
Bunun için Sayın Oya hanım 3 yaşındayken denek olarak seçildi.Kendisi normal gelişimi boyunca kürsümüz tarafından izlenmiş ve testlere tabii tutulmuştur.
Çalışmaya 1970 yılında başlandı.Deneğimiz Oya, İlkokula başlayıncaya kadar gayet normal bir seyir izledi.
Ancak Eğitim ve Öğretim hayatı boyunca görüldü ki denek Oya’nın kıllanmasında önemli bir artış olmaya başladı.Bunun sebeplerini araştırdığımızda Türk Eğitim sistemindeki korkunç müfredatlar,bu müfredatların sürekli her iktidarın keyfine göre değiştirilmesi;Edebiyat tarihimizde yer etmiş önemli yazarlara,şairlere siyasi kaygılarla bilhassa yer verilmiyor olması gibi nedenlerle kıllanmasının artmış olduğu saptandı.
1980 yılına kadar ,her gece haberlerde seyrettiği anarşi;1980 da yapılan askeri darbe ile bir gecede (her nasılsa) anarşinin durmasından ;özellikle 17 yaşında asılan Erdal Eren’in idamından çok fazla etkilendiği gözlemlendi.Kulakları küçüldü,burnu değişime uğradı,elleri ve ayakları ufak da olsa farklılaşmaya başlamıştı.
Üniversite yıllarında son derece suskunlaşan deneğimizde,1990 yıllarında ülkede öldürülen aydınlar,bilim adamları,yazarların sayısının artması, bu cinayetlerin meçhul faillerinin bir türlü bulunamaması ile önemli ölçüde konuşma kaybı başlamıştı.Sadece gündelik yaşamda işine yarayacak kelimeleri kullanıyor,etliye,sütlüye adeta hiç karışmıyor,tırsmış bir profil sergiliyordu.
Yine aynı yıllarda evlenen deneğimizde, 1992 yılında meydana gelen Sivas katliamıyla birlikte tamamen konuşma kaybı,bakışların boşluğa takılı ve donuk bakması ve his kaybında çoğalma kaydedildi.
1996’da meydana gelen Susurluk skandalı ve skandalın ardında yatan gerçeklerin ört bas edilmesi;yine aynı yıllarda öldürülen gazeteci Metin Göktepe’ cinayetinin ardındaki sırlar,denek Oya’yı tamamen başkalaştırdı.Kendisini artık laboratuarımızda muhafaza altına almak zorunda kalmıştık.Çünkü insan içine çıkacak hali kalmamıştı,ailesi perişandı.
2000’li yıllarda ise yazar Orhan Pamuk’un Nobel Edebiyat ödülünü alması ve fakat ülkede buna verilen tuhaf tepkiler;son olarak da işlenen Hrant Dink cinayetiyle birlikte deneğimiz Oya tanınamaz hale gelmişti.
En son Ülkede başlayan aşırı milliyetçilik akımı,dinci kadrolaşmalardaki artış ve tüm bunlara rağmen Aydınları öldürülmüş bir ülkede yaşıyor olması denek Oya hanımı bizi bile dehşete düşüren bir hale getirdi.Deneğin kuyruk sokumunda oluşmuş bir kuyruk tespit ettik.
Bir sabah Laboratuarın kapısını açtığımızda karşımızda ‘’me’’leyen bir koyun bulduk.Ancak bu gerçeği tabii ki saklamak zorundaydık.Ne yapacağımızı biz bilim adamları bile bilemiyorduk.Şaşkındık.
Tübitak destekli projeler kapsamında yer alan ‘’kopya koyun’’ projesi için denek koyun Oya hanımdan yararlanılmasına karar verildi.Klonlama sonucu Kasım 2007 tarihinde ‘’koyunlaşan insan denek Oya’’dan ,Türkiye’nin ilk klon kuzusu dünyaya gelmiştir.Bu kuzuya da ‘’Oyalı’’ isminin konulmasının sebebi budur.
Dolayısıyla Dünyanın çok önemli bir buluşu olan ‘’’koyundan koyun klonlama’’ buluşunu da sarsan’’ insanın koyunlaşması ve bu koyundan da kuzu klonlaması’’ işlemi Dünyada tektir.Ve ne mutludur ki bu bize nasip olmuştur.Bu önemli bilimsel çalışmanın açıklanması ve deklare edilmesi amacıyla bu basın toplantısını düzenlemiş bulunmaktayız.
Vatanımız ve Milletimiz için hayırlara vesile olmasını temenni ederiz.Saygılarımızla.''
Etiketler:
anarşist,
Boğaziçi Üniversitesi,
denek,
Deniz Baykal,
Erdal Eren,
Hrant Dink,
klonlamak,
koyun,
kuzu kapama,
laboratuvar,
Metin Göktepe,
Orhan Pamuk,
Oyalı,
Tübitak
3 Haziran 2008 Salı
Haydaaa!...
''Öyküde adı geçen yazar,okuyucular,kişiler;noktalar,virgüller bile
hayalidir.O kadar hayali yani...Bak,ekmek çarpsın!...''
Heyecanla yazdığı öyküyü bloğuna koydu,yayınladı…İçinde tarifi imkansız bir coşku ile okur yorumlarını beklemeye başladı…
Öyküsünden bazı paragrafları yazmak gerekirse;
‘’Emekli Kadın Doğum doktoru Muhittin bey,Nişantaşı’ndaki muayenehanesinden çıkıp Taksim’ e doğru şöyle bir yürümek,güzel havanın tadını çıkarmak istedi.Bir ayağı, geçirdiği trafik kazası sonucunda topal kalan Muhittin bey,merdivenlerden ağır aksak inerken, yerleri silen kapıcının karısıyla selamlaştı…-Günaydın Şerife,kolay gelsin…-Günaydın doktur beğ…
Muhittin bey, apartmandan çıkar çıkmaz ,kapıcı Şerife homurdana homurdana –allan topalı,kolaysa seen başaan gelsün…Yirlerü daha yenü silmüşüm,içine ettün Muhittin dokturu, diye söylendi…
Köşedeki çingene kadının tezgahındaki çiçeklerin kokusu Nişantaşı caddelerini yalayıp geçerken, cıvıl cıvıl kızlar cıbıldak cıbıldak kıyafetlerle dolaşıp,vitrinleri seyrediyorlardı…Dondurma yiyerek karşıdan gelen,kırmızı etekli,sütun bacaklı,degaje bluzundan memeleri fırlayacakmış gibi hoppidi hoppidi yürüyen kız,Muhittin beyin kalp çarpıntılarını taa Üsküdar’dan duyulacak hale getirdi…''Kendine gel Muhittin kendine! ''diye sakinleşmeye çalışıp,yolun karşı kaldırımına geçti…''Ne güzeldi böyle özgür özgür yürümek,insanların arasına karışmak!'' diye düşünürken ,ellerindeki broşürleri,gelene geçene dağıtan iki Zenciyle burun buruna geldi. Muhittin beyin eline de broşürlerden tutuşturdular…Şöyle yazıyordu broşürde ‘’İsa Mesih’in hayatı.Ücretsiz gösterime herkes davetlidir’’…''Hımm'' dedi Muhittin bey,daha önce de rastlamıştı bu broşürlere…’’
………..
Okuyucu yorumları;
Kerastasımşampuanım:Sayın yazar,siz kendinizi ne zannediyorsunuz?Topallara ‘’topal’’ demeye ve topallarla dalga geçmeye utanmıyor musunuz?Ayıp,ayıp…
Sevcan:Bana baksana sen,benim annem de yer siliyor…Ama asla ‘’günaydun duktur beğ’’ diye konuşmayıp,kimsenin peşinden de dedikodu yapmıyor…Bize ''kapıcı'' diyemezsin…Apartman görevlisiyiz biz..Kapıcıları bu şekilde küçük düşürdüğün için gerçekten tiksinçsin!!!…Yazık yazık!
Piraye49:Sayın yazar,kadınların ‘’cıbıldak cıbıldak’’ dolaşması ve kadın bedenini ‘’meme’’ şeklinde aşağılayıcı bir şekilde tasvir edişinizden inanılmaz sinirlerim bozuldu.Kadın hakları açısından öykünüzü kınıyorum.
Hızmalıkedi:Benim babam da Kadın Doğum doktoru Sayın yazar ama genç kızlara,kadınlara göz ucuyla dahi baktığı görülmemiştir.Kadın doğumcuları bu şekilde aşağılamanız anlaşılır ve kabul edilir gibi değil.Babam adına sizi kınıyorum…
Atam26: Sanırım siz gerici,yobaz bir düşünceye sahipsiniz,sanırım Atatürk ilke ve İnkılaplarından bihabersiniz de kalkıp böyle gerici bir yazı yazabiliyorsunuz…Ne demek ‘’cıbıldak cıbıldak geziyorlardı’’???Ne olacaktı yani?Kadınlar başörtü mü takacaktı?Çarşaf mı giyecekti?Tabi ki özgürce giyinecekler.Size ne?Sizin gibiler asla ve asla bu Cumhuriyeti yıkamayacaklar!Bunu bilin yazar efendi!
Sabri Yurdakul;Sayın yazar,yaşlı bir adamın genç bir kız görünce kalbinin çarpması suç mudur?’’Üsküdar’dan kalp atışları duyulur’’muşşş ,bak bak bak… yaşlı insanlarla alay etmeye utanmıyor musunuz?
Kancalıkurt: Zencileri sanki misyonerlikle suçlayarak,kötü göstermenizi,ırk ayrımı yapmanızı şiddetle kınıyorum.Ne yani,benim büyükbabam da zenciydi ama misyoner değildi.Ayrıca tek din Müslümanlık mıdır?Hristiyanlığı ne hakla aşağılarsınız?Bu ne kadar kısır bir bakış açısı böyle?Siz de kendinizi yazar mı zannediyorsunuz?
Muhammed İrfanlı:Müslümanlık en son ve en mükemmel dindir.Burada resmen ülkemizdeki misyonerlik faaliyetlerinin reklamını yapmış hatta broşürlerin nereden dağıtıldığına kadar yazmışsınız.Kuzum,siz yoksa siyonist misiniz?
Pıtırcıkkız:Onların adı ‘’çingene’’ değil bi kere!!!Onlar ‘’roman’’ vatandaşlarımız…’’Çingene’’ diyerek,çiçek satan o insanları hor görmenizi anlamadık mı sandınız?Haa ,çiçek satıyorlar da ne yapıyorlar öyle mi?Namusunlan çalışman suç mu bu ülkede be?
……….
Haydaaaa!
Yazar durdu,düşündü…Veee yeniden yazdı öyküyü…Şöyleee;
‘’Emekli Kadın Doğum doktoru Muhittin bey,Nişantaşı’ndaki muayenehanesinden çıkıp Taksim’ e doğru şöyle bir yürümek,güzel havanın tadını çıkarmak istedi.Bir ayağına, geçirdiği trafik kazası sonucunda kesssinlikle hiçbir şey olmayan Muhittin bey,bu sebeple merdivenlerden ağır aksak inmedi… Yerleri silen Apartman görevlisinin karısıyla selamlaştı;
-Günaydın Şerife,kolay gelsin…-Günaydın doktor bey,How are you?…-Fine, thanks Şerife!... Muhittin bey, apartmandan çıkar çıkmaz ,Apartman görevlisi Şerife hiç homurdanmadı…Hatta Muhittin beyin basarak ,kirlettiği yerleri büyük bir mutlulukla,adeta dans ederek viledaladı…
Köşedeki Roman vatandaşımız kadının tezgahındaki namuslu çiçeklerin kokusu Nişantaşı caddelerini yalayıp geçerken, cıvıl cıvıl kızlar,çağdaş Türk kadınını temsil eden,Türk örf ve adetlerine uygun kıyafetler giymişler,vitrinleri seyrediyorlardı…Dondurma yiyerek karşıdan gelen,kırmızı etekli,sütun bacaklı,degaje bluzundan hiçbir yeri görünmeyen ve kesinlikle hoppidi hoppidi yürümeyen kız,Muhittin beyin kalp çarpıntılarını taa Üsküdar’dan duyulacak hale filan getirmedi…Bu sebeple Muhittin beyin,-kendine gel Muhittin kendine! diye sakinleşmeye çalışmasına da gerek kalmıyordu…Yolun karşı kaldırımına geçti…Ne güzeldi böyle özgür özgür yürümek,insanların arasına karışmak!(Eee tabii özgürlük de bi yere kadar canım!),diye düşünürken,ellerindeki broşürleri,gelene geçene dağıtan iki Kenyalı vatandaşımızla burun buruna geldi.Muhittin beyin eline de broşürlerden tutuşturdular…Şöyle yazıyordu broşürde ‘’Sinemamız tadilat nedeniyle kapalıdır…Belki de sonsuza kadar açılmaz…’’Hımm’’ dedi Muhittin bey,daha önce de rastlamıştı bu broşürlere…’’
…………….
Öyküsünü bitiren yazar,karşısına bir ibrik resmi koyarak,Hasan Mutlucan’dan ‘’Yine de şahlanıyorrr amannn!/Kolbaşının yandım da kır atıııı…’’ şarkısını mırıldanmaya başladı…
AYNA
'’ Metafizik sınavında kopya çektiğim için
okuldan atıldım.Yanımda oturan çocuğun ruhunu okumuştum.’’
Woody Allen
İnsan hakkında, ‘’Yaratılanların en güzeli ,en mükemmeli’’ diyor Kutsal kitap… İNSAN!...Yaratılanların en mükemmeli buysa….diyeceği geliyor bazen insanın da…
………….
Başı ağrıdan çatlıyordu Cemil’in…Bütün gün aç kalıp da emektar bastonuyla o banka kuyruğundan, bu banka kuyruğuna koşuşturmak yüzünden bir lokma bir şey yiyememişti….İlaç aldıysa da aç karnına kar etmedi tabii…’’Gidip bir şeyler atıştırayım bari’’ deyip her zamanki lokantası ve her zamanki alışkanlıklarına karıştı…
O, çok uzun yaşamayı planladığı için hep zeytinyağlı,hafif yemekler yer;yediğine içtiğine çok ama çok dikkat ederdi…Zeytinyağlıların olduğu camekanın önünde garsonlarla hoş beş edip,hal hatır sorarken ,tezgahın arkasındaki genç garson kızın orasını burasını çaktırmadan süzdü, durdu…Gözlerini, işe yeni girmiş ,kaçak işçi olarak çalışan bu Türkmenistanlı kızdan alamadan, lokantanın sağ tarafındaki kuytuda kalan masasına geçti… Bir taraftan da ‘’ahh ulen Cemil ahh! şöyle 25 yaşında olacaktın da bu kıza ne işler edecektin ama,hadi neyse…’’ diye iç geçirmekten kendini alamıyordu…Eeee 70’lik Cemil de erkek işte…Süngü beyaz bayrak sallasa da serde erkeklik var yinede…
Lokantanın ortaklarından Bayram efendi elinde sayısal kuponlarıyla içeriye girdi,gayet sakin bir ses tonuyla –Kastelli intihar etmiş deyip masalardan birine kuruldu.Bir taraftan sayısal sonuçlarını kontrol ederken,gözlerini kuponlardan ayırmadan ,-Ali,radyonun sesini aç! diye garson çocuğa seslendi…Öyle ya Banker Kastelli’nin intiharını radyo verirdi şimdi…-Vay adi vay!Kolay yoldan para kazanırsın sen ha?İnsanları dolandırırsın sen ha?İşte böyle olur sonun! diye söylendi…Sayısal sonuçlarının hiçbiri de tutmamıştı,sinirle yırttı bütün kağıtları,’’Allah belanı versin!bize çıkmazki!’’…Şans kapıyı kırmamış,14 trilyon ona isabet etmemişti… Bayram efendinin maddi durumu oldukça iyiydi aslında… ama işte…
(Dünyayla ilgili en anlaşılmaz şey,anlaşılır oluşudur./Albert Eınsteın)
Radyoda haberler başladı;
’’
’’….Yaklaşık üç ay önce, Elazığ’ın Karakoçan İlçesi’nde YİBO yurtlarında kalan 28 kız öğrenci …4 kilometre mesafedeki okullarından dönüşte taciz edilen öğrenciler için devreye giren AKP Elazığ Milletvekili Fevzi İşbaşaran,öğrencilere araç tahsis edilmesini, aileleriyle konuşup eğitime devam etmelerini sağladı.
Ama İşbaşaran’ın burs talebine, kaymakam"Sayın milletvekilim, 28 öğrencinin 12’si Alevi. Bunların devlete bakışını zaten biliyorsunuz." Şeklinde yanıt verince şoka giren milletvekili;"Bak kaymakam, bu bizim değil senin bakışın. Bu ne terbiyesizlik? Bunlar çocuk be! Bunun da ötesinde bu ayrımı nasıl yaparsın? Nasıl böyle konuşursun?"deyip ,sinirlenerek telefonu kapatan İşbaşaran durumu, sıcağı sıcağına Meclis’te İçişleri Bakanı Beşir Atalay’a aktardı.Atalay’dan aldığı yanıt kendisini ikinci kez şoka soktu:"Fevzi Bey, bir dilekçe verin konuyu inceleteyim."…dedi.
(…"Biz insanı en güzel bir şekilde yarattık, sonra onu aşağıların en aşağısı kıldık’’ -Tiyn suresi 4-5)….
Hemen ardından Banker Kastelli’nin intiharının anonsu geldi;
’’…Kadıköy Efes çarşısında bulunan ofisinde kendisine ait ruhsatlı tabancasıyla…’’
Bayram bey , kuytusunda yemeğini yiyen yaşlı Cemil’e bakıp’’yaa işte böyle olur,yaaaa,ohh olsun!’’ dercesine başını salladı…Cemil,baş ağrısının yemek yerse geçip geçmeyeceğini düşünüyordu o an , -Yaa,evet…İyi bir haber!…İsabet olmuş!Yıllarca kendimi tasavvufa verdim ben Bayram bey…
Sanki bütün sırlara vakıf olmuş bir ermiş gibi o gaipten gelen ses tonuyla konuşmasını sürdürüp -bir insan kötülük yaptıysa ,ilahi adalet gelir onu bulur,diye buyurdu….- Siz bekleyin şimdi bakalım Bayram bey,Demirel’in sonunu bekleyin siz!’’…Bastonunu hırsla küt küt yere vurdu bir yandan da…Masanın üzerindeki fötr şapkası masaya çarpan bastonun etkisiyle kalktı,indi…Fötr şapka, Cemil’le öyle bir bütünleşmiş,öyle tasavvufi sırlara vakıf olmuştu ki adeta sahibinin dediklerini onaylıyor gibi,’’haklısınız’’ diyordu kalkıp inerken…
Yan masada oturan lokanta müdavimi Muhasebeci Serap hanım atıldı,-İyi de Demirel’in maşallahı var Cemil bey…Maşallah turp gibi…O’na bişi olduğu da yok valla,diye gözlüklerinin üzerinden bakan gözleriyle itiraz etti…
-Demirel’in başında Nazmiye’si var Serap hanım,o da ona yeter zaten!Ecevit’in başında da Rahşan’ı vardı zaten,deyip çok bilmiş bir kahkaha patlattı yaşlı Cemil…
Serap hanım hakverir şekilde gülümseyerek -taşı gediğine koymakta da üzerinize yoktur Cemil bey derken, sanki yemek tabağı önünden kaçıyormuşcasına ekmeğine hırsla diş geçirip,salatasına çatalı daldırdı…
O sırada başka bir masada oturan lokantanın yabancısı ,şöyle 30 yaşlarında ,kara kuru,gözleri çukurda bir kız, Serap hanımın yemek yeme şeklini incelerken babasının şu sözünü düşünüyordu;’’Kızım,bir insanı tanımak istiyorsan,o kişiyi yemek yerken izle…Eğer çatalını yemeğine daldırdığı an,ağzını açıyorsa bil ki o insandan fayda gelmez.’’…Serap da çatalını salataya daldırdığı an,çenesinin altındaki gıdısı tıpkı alt gagasında kesesi olan Pelikan kuşu gibi şişiyor,daha yemek tabaktayken ağzını kocaman açıyordu…
Cemil’in Banker Kastelli’nin intiharına ‘’ohhh!’’ demesine kulak misafiri olan lokanta ortaklarından Bayram beyin karısı Gül hanım,tezgahta bir yandan sarma sararken,diğer yandan da şunları düşünüyordu;’’Ulen Cemil efendi,tamam haklısın haklı olmasına da sen bi kendine baksana yaşlı bunak!Ermiş ermiş konuşursun,tasavvuf dersin,her bir moku bilirsin; torunun yaşındaki kızları gözlerinle yer bitirirsin...E ama bir de kendi hayatına baksan;30 yaşındaki oğlun,bir arkadaşı tarafından öldürüldü.O da yetmezmiş gibi parçalara ayırıp saksılara doldurdular cesedini…Diğer oğlun desen tam bir psikopat;en yakın dostunu dolandırdı,paralarını cukkaladı…Kalleş mi kalleş bir oğlan yetiştirmişsin Cemil efendi…Çünkü şımarttıkça şımarttın o oğlanı…Başı ne zaman sırf kendi psikopatlığı yüzünden derde girse,gidip kurtardın;bütün pisliklerini, kedinin mokunu kumla örtmesi gibi örttün…Şimdi geçmiş ötüyorsun burda,cak cak cak…Sen nesin Cemil efendi?Sen nesin?Dön de bir aynaya bak!
Kaynak: http://www.haber1.com/haber/20080602/Alevi-kiz-ogrenciler-icin-sok-sozler.php
okuldan atıldım.Yanımda oturan çocuğun ruhunu okumuştum.’’
Woody Allen
İnsan hakkında, ‘’Yaratılanların en güzeli ,en mükemmeli’’ diyor Kutsal kitap… İNSAN!...Yaratılanların en mükemmeli buysa….diyeceği geliyor bazen insanın da…
………….
Başı ağrıdan çatlıyordu Cemil’in…Bütün gün aç kalıp da emektar bastonuyla o banka kuyruğundan, bu banka kuyruğuna koşuşturmak yüzünden bir lokma bir şey yiyememişti….İlaç aldıysa da aç karnına kar etmedi tabii…’’Gidip bir şeyler atıştırayım bari’’ deyip her zamanki lokantası ve her zamanki alışkanlıklarına karıştı…
O, çok uzun yaşamayı planladığı için hep zeytinyağlı,hafif yemekler yer;yediğine içtiğine çok ama çok dikkat ederdi…Zeytinyağlıların olduğu camekanın önünde garsonlarla hoş beş edip,hal hatır sorarken ,tezgahın arkasındaki genç garson kızın orasını burasını çaktırmadan süzdü, durdu…Gözlerini, işe yeni girmiş ,kaçak işçi olarak çalışan bu Türkmenistanlı kızdan alamadan, lokantanın sağ tarafındaki kuytuda kalan masasına geçti… Bir taraftan da ‘’ahh ulen Cemil ahh! şöyle 25 yaşında olacaktın da bu kıza ne işler edecektin ama,hadi neyse…’’ diye iç geçirmekten kendini alamıyordu…Eeee 70’lik Cemil de erkek işte…Süngü beyaz bayrak sallasa da serde erkeklik var yinede…
Lokantanın ortaklarından Bayram efendi elinde sayısal kuponlarıyla içeriye girdi,gayet sakin bir ses tonuyla –Kastelli intihar etmiş deyip masalardan birine kuruldu.Bir taraftan sayısal sonuçlarını kontrol ederken,gözlerini kuponlardan ayırmadan ,-Ali,radyonun sesini aç! diye garson çocuğa seslendi…Öyle ya Banker Kastelli’nin intiharını radyo verirdi şimdi…-Vay adi vay!Kolay yoldan para kazanırsın sen ha?İnsanları dolandırırsın sen ha?İşte böyle olur sonun! diye söylendi…Sayısal sonuçlarının hiçbiri de tutmamıştı,sinirle yırttı bütün kağıtları,’’Allah belanı versin!bize çıkmazki!’’…Şans kapıyı kırmamış,14 trilyon ona isabet etmemişti… Bayram efendinin maddi durumu oldukça iyiydi aslında… ama işte…
(Dünyayla ilgili en anlaşılmaz şey,anlaşılır oluşudur./Albert Eınsteın)
Radyoda haberler başladı;
’’
’’….Yaklaşık üç ay önce, Elazığ’ın Karakoçan İlçesi’nde YİBO yurtlarında kalan 28 kız öğrenci …4 kilometre mesafedeki okullarından dönüşte taciz edilen öğrenciler için devreye giren AKP Elazığ Milletvekili Fevzi İşbaşaran,öğrencilere araç tahsis edilmesini, aileleriyle konuşup eğitime devam etmelerini sağladı.
Ama İşbaşaran’ın burs talebine, kaymakam"Sayın milletvekilim, 28 öğrencinin 12’si Alevi. Bunların devlete bakışını zaten biliyorsunuz." Şeklinde yanıt verince şoka giren milletvekili;"Bak kaymakam, bu bizim değil senin bakışın. Bu ne terbiyesizlik? Bunlar çocuk be! Bunun da ötesinde bu ayrımı nasıl yaparsın? Nasıl böyle konuşursun?"deyip ,sinirlenerek telefonu kapatan İşbaşaran durumu, sıcağı sıcağına Meclis’te İçişleri Bakanı Beşir Atalay’a aktardı.Atalay’dan aldığı yanıt kendisini ikinci kez şoka soktu:"Fevzi Bey, bir dilekçe verin konuyu inceleteyim."…dedi.
(…"Biz insanı en güzel bir şekilde yarattık, sonra onu aşağıların en aşağısı kıldık’’ -Tiyn suresi 4-5)….
Hemen ardından Banker Kastelli’nin intiharının anonsu geldi;
’’…Kadıköy Efes çarşısında bulunan ofisinde kendisine ait ruhsatlı tabancasıyla…’’
Bayram bey , kuytusunda yemeğini yiyen yaşlı Cemil’e bakıp’’yaa işte böyle olur,yaaaa,ohh olsun!’’ dercesine başını salladı…Cemil,baş ağrısının yemek yerse geçip geçmeyeceğini düşünüyordu o an , -Yaa,evet…İyi bir haber!…İsabet olmuş!Yıllarca kendimi tasavvufa verdim ben Bayram bey…
Sanki bütün sırlara vakıf olmuş bir ermiş gibi o gaipten gelen ses tonuyla konuşmasını sürdürüp -bir insan kötülük yaptıysa ,ilahi adalet gelir onu bulur,diye buyurdu….- Siz bekleyin şimdi bakalım Bayram bey,Demirel’in sonunu bekleyin siz!’’…Bastonunu hırsla küt küt yere vurdu bir yandan da…Masanın üzerindeki fötr şapkası masaya çarpan bastonun etkisiyle kalktı,indi…Fötr şapka, Cemil’le öyle bir bütünleşmiş,öyle tasavvufi sırlara vakıf olmuştu ki adeta sahibinin dediklerini onaylıyor gibi,’’haklısınız’’ diyordu kalkıp inerken…
Yan masada oturan lokanta müdavimi Muhasebeci Serap hanım atıldı,-İyi de Demirel’in maşallahı var Cemil bey…Maşallah turp gibi…O’na bişi olduğu da yok valla,diye gözlüklerinin üzerinden bakan gözleriyle itiraz etti…
-Demirel’in başında Nazmiye’si var Serap hanım,o da ona yeter zaten!Ecevit’in başında da Rahşan’ı vardı zaten,deyip çok bilmiş bir kahkaha patlattı yaşlı Cemil…
Serap hanım hakverir şekilde gülümseyerek -taşı gediğine koymakta da üzerinize yoktur Cemil bey derken, sanki yemek tabağı önünden kaçıyormuşcasına ekmeğine hırsla diş geçirip,salatasına çatalı daldırdı…
O sırada başka bir masada oturan lokantanın yabancısı ,şöyle 30 yaşlarında ,kara kuru,gözleri çukurda bir kız, Serap hanımın yemek yeme şeklini incelerken babasının şu sözünü düşünüyordu;’’Kızım,bir insanı tanımak istiyorsan,o kişiyi yemek yerken izle…Eğer çatalını yemeğine daldırdığı an,ağzını açıyorsa bil ki o insandan fayda gelmez.’’…Serap da çatalını salataya daldırdığı an,çenesinin altındaki gıdısı tıpkı alt gagasında kesesi olan Pelikan kuşu gibi şişiyor,daha yemek tabaktayken ağzını kocaman açıyordu…
Cemil’in Banker Kastelli’nin intiharına ‘’ohhh!’’ demesine kulak misafiri olan lokanta ortaklarından Bayram beyin karısı Gül hanım,tezgahta bir yandan sarma sararken,diğer yandan da şunları düşünüyordu;’’Ulen Cemil efendi,tamam haklısın haklı olmasına da sen bi kendine baksana yaşlı bunak!Ermiş ermiş konuşursun,tasavvuf dersin,her bir moku bilirsin; torunun yaşındaki kızları gözlerinle yer bitirirsin...E ama bir de kendi hayatına baksan;30 yaşındaki oğlun,bir arkadaşı tarafından öldürüldü.O da yetmezmiş gibi parçalara ayırıp saksılara doldurdular cesedini…Diğer oğlun desen tam bir psikopat;en yakın dostunu dolandırdı,paralarını cukkaladı…Kalleş mi kalleş bir oğlan yetiştirmişsin Cemil efendi…Çünkü şımarttıkça şımarttın o oğlanı…Başı ne zaman sırf kendi psikopatlığı yüzünden derde girse,gidip kurtardın;bütün pisliklerini, kedinin mokunu kumla örtmesi gibi örttün…Şimdi geçmiş ötüyorsun burda,cak cak cak…Sen nesin Cemil efendi?Sen nesin?Dön de bir aynaya bak!
Kaynak: http://www.haber1.com/haber/20080602/Alevi-kiz-ogrenciler-icin-sok-sozler.php
Kaydol:
Yorumlar (Atom)