11 Haziran 2009 Perşembe

Tımarhanelik SBS anneleri...

Yediğimiz tavuklar hiç güneşe çıkmadan, suni ışıklandırma ve hormonlu besinlerle beslenerek kısa sürede büyütülüp, otların üzerine ayağını bile basmadan kesilip, tüyleri yolunup, paketlenip marketlerdeki raflarda yerini alıyor. Böyle büyütülen tavukların psikolojisi kimbilir ne kadar bozuktur , düşünmek dahi istemiyorum

Zamane çocuklarının da maalesef bu hormonlu tavuklardan bir farkını göremiyorum.

Neden mi?

Çocuğunuz büyümeye başladıkça ister istemez ve birdenbire bazı şeylerin içinde kendinizi bulmaya başlıyorsunuz. Bazı annelerle , okul, eğitim gibi konularda konuşmaya, bazı annelerin de çocuklarına ettiklerini gözlemlemeye başlıyorsunuz. Çocuklarına '' ettiklerini'' diyorum, çünkü çocuklarına da çocuklarının çocukluklarına da resmen '' ediyorlar .'' Ve çocukların nasıl hormonlu tavuk muamelesi gördüğüne de böylelikle yakından şahit olmaya başlıyorsunuz. Böyle bir sisteme çocuk doğurduğunuz için acı çekmeye de başlıyorsunuz

Çünkü şimdiki zaman çocuklarının bizden farklı olarak tıpkı suni ışıklandırmayla büyütülen tavuklar , hatta onlardan bile daha kötü, daha vahim, daha da acınası bir hayatları var: Gözlerini '' site'' denilen yüksek yüksek binaların içinde dünyaya açıyorlar. Çocuklar sitelerin içinde eşofmanlı bakıcılar elinde büyüyor. Sonra anaokulu telaşı başlıyor. Aslında bu korkunç engizisyon sisteminde hayatlarının en mutlu sayılabilecek yılları da bu ilk 5 -6 yıl .

Derken geliyoruz ilkokul yaşına. İşte esas işkence de bununla birlikte başlıyor. Çocuğunuzu 40-50 kişilik saldım çayıra mevlam kayıra devlet okullarına vermek istemiyorsunuz. Özel okullar deseniz ateş pahası, en kötüsü bile yılda en az 10-15 milyar. Üstelik bu milyarları sadece 1 yıl ödemiyorsunuz. Hani eğitim, Anayasaya göre parasızdı? Hani fırsat eşitliği?

Bu sebepler ve sorgulamalarla iyice allak bullak oluyorsunuz. Ne yapacağınızı şaşırıyorsunuz. Sistem sizi de içine çekmeye başlıyor. Seç bakalım : devlet okullarında çocuğun heba mı olsun yoksa özel okul ticarethanelerine yem mi olunsun? Ayrıca özel okullara çocuk veren sonradan görme ya da Özal Türkiyesi zengini ailelerle muhattap olmak da cabası... Sırf çocukları ilerde bu tür özel okullara başlayınca '' desinler'' diye, sırf birbirlerinden aşağı kalmamak adına küçükken çocuğuna '' Amerika gördürmüş '' özentili aileler bunlar. Bu tür insanların çocuklarıyla senin çocuğun nasıl okuyacak? Etkilenmeyecek mi? O şımartılmış ,doyumsuz , gak dese su, guk dese başka bişeyi eksik edilmemiş çocuklar gibi senden taleplerde bulunmaya başlamayacak mı? Hadi bakalım seçimini yap da göreyim seni.

Devlet desen, kendisine hizmet edecek fabrikasyon embesiller yetiştirmek için hazırladığı katı, acımasız , beyinsiz bir eğitim, öğretim tarzını zaten senin önüne sunuyor. Siz çocuğunuza bakmaya kıyamazken, '' şrakk ! '' diye çocuğunuza tokat atabilecek ve sizi katil edebilecek anlayışsız , acımasız ve katı bir sistem.

İkisi de o kadar size ters ki hangisi diye bir seçim yapmak dahi insanı boğuyor.

Hadi diyelim mecburi olarak çocuğunu devlet ya da özel okula yerleştirdin, eee her sene değişen sınav sisteminden ne haber? Tam bir rezalet! Tam ama.

Bizim zamanımızda diye söze başlarsak, bizler gerçekten de çok şanslı ve mutlu çocuklarmışız . 5 sene boyunca hem mahallemizde koşar oynar hem de okulumuza gider, ödevlerimizi yaparmışız. Şimdi ise korkunç bir şey yapmışlar. Galiba 3. sınıftan itibaren çocuklar seviye tespit sınavlarına girip, not toplamaya başlıyor.

Hatta dünkü demecinde Nimet Çubukçu önümüzdeki sene ilkokul yaşının 5 yaşa indirileceğini söylemiş. Yani çocukları daha da bir tavuklaştıralım istiyorlar. Site-özel okul- servis- üçgeninde yaşayan ve gün yüzü görmeyen doğal olarak da sanal bir alemde bilgisayarı ile arkadaş , ayağı otlara basmamış , sürekli çıldırık anaları tarafından yarıştırılan psikopat çocuklar yetiştirmek istiyorlar.

Çevrem kendini çok mantıklı zanneden , çıldırık, kaçık, psikopat olduğunun farkında bile olmayan , kendini sisteme kaptırmış analardan geçilmiyor.

Geçen gün, bir arkadaşımın ablası böyle geçti karşıma, bana kızı için yaptıklarını mantıklı mantıklı anlatmaya başladı. Daha doğrusu o çok mantıklı konuştuğunu zannederken , ben içimden ,allahım, kaptırmış kendini konuşuyor , kendini cidden çok akılcı konuşuyor sanıyor, bunun anlattıklarını ancak tımarhanedeki deliler anlatabilir diye düşünüyordum ne yalan söylim...

Anlattıklarına göre , çocuğuyla birlikte neredeyse o da sınava giriyor. Çocuğu ile dershanelere , okullara o da devam ediyor. Okul ve dershane hocalarıyla sürekli bağlantı halinde, deli gibi onları yönlendiriyor. Hatta kızı SBS 'ye girmeden önce yatırlara gitmiş, kızına '' okunmuş su'' içirmiş. Bu '' okunmuş su'' insanı ferahlatır diyor. Üstelik de bunu diyen ablamız Atatürkçü ve de çağdaş ve de Bağdat caddesinde oturuyor. Cumhuriyet Bayramlarında fener alayına katılıyor. Güler misin, ağlar mısın?

Hatta bir başka bu konuda tımarhanelik olmuş arkadaşım, çocuğuna bir sınavdan 85 aldı diye neler etti. Çocuk gözleri dolarak, kahvaltı masasından kalkıp , odasına gitti. Fakat daha sonra , çocuğunu bu şekilde davranarak mutsuz ettiğini söylediğimde de yanımda çocuğuna sordu: oğlum sen mutsuz musun? Çocuk kafasını sallayarak '' yooo '' dedi. Çocuk olayın farkında değil ki, ne desin. Anasının çizdiği hedefleri mutluluk sanıyor.

Bu sınav sistemini -özellikle- böyle her sene yapılır hale getirdiklerini ; bu tarz ailelerin kafayı yiyip , hiçbir şey düşünemez ve sorgulayamaz hale gelmesini hedeflediklerini görmemeye imkan yok.

Kafayı resmen yemişler. Hormonlu tavuklar yetiştiriyorlar. Eleştirdiğinizde de cümle hazır :'' Seni de görücez bakalım!''

Valla beni göremeyeceksiniz. Naparsanız yapın, beni bu halde göremeyeceksiniz. Benim çocuğum , çocukluğunu yaşayacak. Hiç bir şey olmasını hedeflemiyorum. Hatta mümkünse sizin çocuklarınız gibi bir çocuk olacaksa hiçbir şey olmasın daha iyi.

Benim çocuğum, ne olmak istiyorsa onu olur. Onu doğurdum diye , ona bu kadar saygısız olmaya , onun çocuk haklarını bu kadar gaspetmeye, sırf kendi kişisel ihtiraslarım için çocuğumu sisteme kurban etmeye hakkım yok. Resim mi çizmek istiyor, çizsin. Çöpçü mü olmak istiyor, olsun. Bir insan yaptığı işi sevecek, o iş onu mutlu edecek. O zaman başarı zaten peşi sıra gelir. Türkiye'de kim sevdiği işi yapıyor, yapabiliyor? Oysa böyle anormal, başıbozuk, ne idüğü belirsiz , yap-boz bir eğitim sistemi olmasaydı, ilkokullarda çocuklar sınava boğulacağına, yetenekleri yönünde yönlendirilselerdi böyle mi olurdu?

Oysa seviye tespit sınavı denilen ucube ile özel okullar ve dershanelere resmen rant sağlanıyor. Bu rant sağlansın diye de çocukların psikolojisi ile oynanıyor. Koca koca adamlar , rehber öğretmenler TV'de, gazetelerde, '' efenim çocuğunuz sınavdan önce şöle yapsın, bölee yapsın'' diye akıllar verirken ,hiç bir şekilde bu kadar acımasız bir sınav sistemini eleştiren yok. Çok şaşırtıcı. Bu tımarhanelik veliler, çocuklara rehber olması gereken rehber öğretmenler , AKP'yi eleştirmesini, fener alaylarına katılmayı biliyorlar . Ama top yekün birleşip, '' bu nasıl bir eğitim sistemi? Küçücük çocuğumuza her sene sınav stresi yaşatmaya ne hakkınız var?'' diye hesap bile sormuyorlar ? Bu her sene ama her sene yapılan sınavlar , çocukların fiziki, ruhsal gelişimlerine bile büyük bir darbe. Ama bu duruma isyan edileceğine yatırlara gidip, çocuğuna okunmuş sular içirip, yatırlardan medet umar hale geliyorlar. Çocuğunu sözde beğenmediği böyle bir sistemin dingiline uydurmaya çabalıyor, hatta dualar ediyorlar. Tam tımarhanelik durumlar.

Üstelik gün, güneş görmeyen ,bunca sıkıntı, stres, yanlızlık ve yabancılaşmadan geçerek büyüyen çocuklar, büyüyünce doktor , mimar , bilgisayar mühendisi de olsa , yurtdışlarında eğitimine devamlar da etseler , tüm bunların yanında promosyonu olarak psikopat da olacaklar.

Görünen manzara bu .

10 Haziran 2009 Çarşamba

Naomi Çamlıbel ile Emine




Naomi kızımızla Emine firstiye leydimizin görüntüleri ana haber bültenlerinde verilirken ben bi çay bahçesinde çayımı yudumluyor ,ilerde kıvrım kıvrım kıvrılıp '' sev beni , sev beni '' diyen bi kedinin, bi çocukla oynaşmasını izliyordum.

Çay bahçesindeki LCD ekrana baktığımda tıpkı o kedinin yerlerde yuvarlanıp '' sev beni, sev beni '' diye yılışması gibi '' Nayomi ile Emine'nin kikirdeşme görüntülerini görünce '' alla alla noluyoz lann '' oldum. Aslında tam olarak ''alla alla noluyoz lann'' demesem bile, sonradan düşününce duygularımı en iyi bu cümle ifade etti de diyebiliriz.

Hani yerli ya da yabancı olsun ''biri bizi gözetliyo '' evleri var ya, bunların hareketlerini izlerken sandım ki Emine ile Naomi'yi kapatmışlar ''biri bizi gözetliyo '' evine, bunlar da orada birlikte yaşayıp gidiyolar,biz de izliyoruz sandım. Hatta bunlar kikir kikir kikirdeşirken bayağı bekledim yastık savaşı filan yapacaklar mı diye.

Görüntülerin sessiz verilmesine bir anlam veremedim çünkü Emine zaten ingilizce bilmiyor. Ne konuştular da sessiz veriyorsunuz? Hani Emine bacı sular seller gibi ingilizce konuşur da, aralarında özel bazı ingilizce konuşmalar geçer de TV'de verilmez. Ama bunlar , yani Naomi ile Emine sadece el ele tutuşmuş bir ''lay lay lomm'' lukla kendi çaplarında takılıyolardı işte. Bunu sesli versen nolur, sessiz versen nolur?

Fakat bu sessiz görüntüler Charlie Chaplin'in sessiz sinemasından daaa komik geldi bana. El ele tutuşup habire gülen , kikirdeşen ve neye güldüklerini bilmediğimiz iki tip. Hayır yani bir başbakan eşi ve bir siyahi ,seksi manken bir araya gelince neye bu kadar çok gülebilir? Bu kadar komik olan neydi?

Ha siz misiniz öyle sessiz veren? O zaman ben de seslendiririm içimden ;

Emine- gızım gel bakim yamacıma... aha hahah hah... Yazık kız , bunu tutunca adamın eline kemikleri geliyo. Kikir kikir kikir... Hiç mi bişi yemedin sen hanım kızım? ahah ahahah hahah... Tercüman hanım kızım söyle bu Nayomi' ye bundan böyle yemehlerini doğru dürüst yiycek. Olmaz böle bir deri bir kemik has kızım. Kikir kikir kikir... Bak valla ince hastalığa tutulursun. Kikir kikir kikir... Sonra da Emine ablam dediydi dersin de iş işten geçmiş olur. Ben buna bi yemek tarifi verecem. Hergün ondan yiycek . Ahahah hahah ...kikir kikir kikir...Tercüman hanım kızım çeviriver bunları da...

Tercüman hanım kız içinden şöyle geçirir, ''ha tabii tabii, çevir tercüman hanım kızım! Kolay sanıyon sen. Sanki hayatın boyunca bi okul okudun, bi kitaba göz gezdirdin de... Çevir tercüman hanım kızımmış! Ömrümü verdim ben bu lisana, ömrümü! Ayrıcana kikirdemelerin çevirisini nası yapacam ? Sımayli sımayli bi yere kadar bee! ''

Naomi- Kikir kikir kikir ... Sister Emine, sister Emine , rakii, şiş kepapp, türkiş lokimm şok güsell! very good!

Emine- ayyh! kikir kikir...Ağzından yel alsın Naomi hanım kızım, ne rakısı? Biz bilmeyiz öyle şeyler, günahtır, hanım kızım.... Kikir kikir kikir... ahah ahah hahah... Yanındakilere dönerek ve sözde kameralara gülümseyerek ama güler gibi yaparken dişlerini sıkarak '' Kimse bu arap bacıya anlatmadı mı? Müslümanlar rakı , içki içmez demedi mi? İnsan bi anlatır. Beni de zor durumda bırakıyorsunuz, olmaz ki canım! Kikir kikir kikir... ahaha hahahha...

Tercüman hanım kız- Emine hanım anlattık anlatmasına da nasıl söylesem...

Emine - söyle tercüman hanım kızım çekinme,

Tercüman hanım kız - nasıl söylesem, bu Nayomi biraz geri galiba , anlamıyo. Emine hanımla sakın içki filan konuşma dedik, '' alla allaa, nidenn? '' , yani '' Ovv my god ! What is this? '' dedi. Kafası basmıyo. Nasıl olur da yol kenarlarında bile rakı içilirken ben rakiii demiycem diyo... Hani arabalarını nerde bi otluk görseler oraya park edip rakı içen vatandaşlarımız var ya, bu Nayomi yol kenarlarında bunlardan çok görmüş de ...

Naomi- Sister Emine ,sister Emine, sidi var sidi var sidi var , konuli, konusiz, zencilii, cücelii, allmenn...

Emine- tercüman hanım kızım bu neler diyor, bi tercüme et bakim,bişi anlamadım, kikir kikir KİKİR

Tercüman hanımkız- Şeyy Emine hanım, bu konuştukları ingilizce değil, Türkçe bu da... Ne dediğini sölemesem daha iyi olacak... Galiba Naomi'yi Doğubank'ın oralarda gezdirmişler de... Şeyy, kem küm..

Devam edecek...

7 Haziran 2009 Pazar

Bir kadın '' sevmiyorum'' dediyse...

Hedef kitlesi gerizekalı kadınlar olan gerizekalı kapitalist sistem kadın dergileri '' erkeğinizi nassı kendinize bağlarsınız ? '' tarzı saçma sulak akıllar ve tüyolar veren yazıları çok bi severler, yayınlarlar.

Bunlar bir kere kadınları '' gerizekalı '' olarak belleyip , bu yargıyı cebe koyduklarından, bu oldukça embesil kodlamayla kadınlara yaklaşırlar. Kapitalizmin herşeyde olduğu gibi kadınları da gerizekalı yerine koymak pek bi işine gelir.Kadınların azcık kafası çalışanı bu bilgileri zoka olarak yutup da uygulamaya kalkmıycaktır.

Yani kapitalizmin oyunlarını azcık dahi bilen kadınlar , '' erkeğğnizi nassı kendinize bağlarsınız ? '' gibi düttürü bilgilerle erkek bağlamaya kalkmayacaklardır. Bağlamayıvereceklerdir. Bağlamak gibi bi gayrete girmiceklerdir. Kadın ve erkek arasında oluşabilecek ilişkinin bütünüyle gönülden gelen bir şey olduğunu, eşit temeller üzerine kurulabileceğini ve özgürlüğün de ilişkinin olmazsa olmazı olduğunu biliciklerdir.

Ama benim asıl meselem zaten bu konu da değil. Benim asıl meselem başka. Meselemmm/ meselemm/ meselemm... Kim söylüyordu bu şarkıyı? Müslüm Gürses mi?

Benim asıl meselem kadın seni sevmiyorum dediği halde, hatta başkasını seviyorum dediği halde ısrar eden gurursuz erkekler.

Ben bu tür erkekleri anlayamıyorum. Anlamak DA istemiyorum. Ben bu tür erkeklerden ciddi anlamda muztaribim, yaka silkiyorum. (Muztarip/ Mustarip= Sevan Nişanyan'a sormak lazım.Tam emin değilim , nası yazıldığından. Merak ediyorum. Benim bildiğim '' Muztarip'' ...Ama biliyorum ki '' mustarip'' de deniyor.)

Kendimi bunların yerine koymaya çalışıyorum. Çok zor oluyor ama çalışıyorum. Mesela ben bir erkeğim, bir kadın bana diyor ki, '' ben seni sevmiyorum, sana aşık değilim, hatta başkasını seviyorum '' diyor. Ben de '' hayırrr !!! Ya benimsin ya da kara torpaağnn ! '' diye ter tepinip o kadına baskı kuruyorum.

Kendimi zorluyorum , zorluyorum, ı ıhh, olmuyor. Olmuyor. Olamıyorum böyle.

Bu inanılmaz onursuz ve gurursuz bir şey. Böyle birine ister kadın, ister erkek olsun saygı duymuyorum. Bu tarz sıkıcı davranışların adına '' sevgi , aşk '' diyemiyorum. Denilemeyeceğini biliyorum.

Bir kadın sizden nefret etsin , iğrensin, suratınızı görmeye dahi tahammül edemesin , sizi görünce arkasına bile bakmadan kaçsın istiyorsanız şöyle davranın ey erkekler! Bak aynen şöyle davranın;

1- Arıyorsunuz, suratınıza telefon kapatıyor, hatta telefonunuzu hiç açmıyor diyelim , ısrarla aramaya devam edin. Mesajlar gönderin.

2- Ne telefonunuza ne de mesajlarınıza yanıt verdiği halde ona çiçekler gönderin.

3- Zırt, pırt, ordan , burdan çıkıp, kendinizi bi şekilde göstermeye çalışın.

4- Tüm bu size göre tutkulu , ona göre ise mide bulandırıcı davranışlarınız karşısında size '' senden hoşlanmıyorum, sesini duymak istemiyorum, hayatımda zaten başka biri var. Olmasa bile yine seni sevmezdim ,devam edersen savcılığa başvuracağım '' dediği halde bile ısrarcı olun, gurursuzluğunuzda ısrar edin. Çiçek, böcek gönderin.

5- Hatta yasadışı yollarla , birilerini kullanarak çok sevdiğiniz (!) bu kadının telefon kayıtlarını, kimlerle görüştüğünü öğrenmeye çalışın. Hatta bu işi aylık rutinlere bağlayın. Ta ki sizi ve bunu yapanı buldurup sürüm sürüm süründürünceye kadar bu hareketlerinize devam edin. Israrcı olun. Çiçek göndermeye devam edin.

6- Arsız olun, terbiyesiz olun, gurursuz olun. Ve aramaya, çiçek göndermeye, özel yaşamını kurcalamaya istekli bi şekilde devam edin. Israr edin. İyi dans ederim diyin.

7- Red edildikçe de o kadından kötüsü olmasın, intikam almaya çalışın. Giderek daha da küçülün. Küçüldükçe büyüdüğünüzü zannedin.

8- Suratınıza mı tükürdü ? Aaa yağmur yağıyor deyin, öyle zannedin. O kadar bencil olun ki yürümesinden, bakışından, elini kaldırmasından, her hareketinden salt kendi biricik mutluluğunuz için sizi sevdiğine dair anlamcıklar çıkarın. Sırf o biricik bencil mutluluğunuz için devamlı kendinizi kandırın.

Bakın bunları aynen yapın ey erkekler! Gurursuz erkekler ! Bunları harfiyen yapın. İnanın o kadın sizi çok ama çok sevecektir (!) Aşkınızdan geberecektir (!)

Hayır yani, gidin bir aynaya bakın. Kim sevebilir böylesine gurursuz ve onursuz birini ? Kim saygı duyar böyle birine?

Böyle bir şeye sevgi denilebilir mi ? Aşk denilebilir mi? ?Ne bu?

Yoksa kabul görmezliğin hıncını başka bir insanın hayatını gaspederek çıkarmaya çalışmak mı ?

Bir kadın '' seni sevmiyorum '' dediyse, efendi olup , rahat bırakın.

Rahat bırakın. Yakasından düşün.

Bir kadın '' seni sevmiyorum '' dediyse, herşey ya hiç başlamamış ya da bitmiştir, bunu anlayın.

Gururlu ve onurlu bir insan şeklinde , şemalinde hayatınıza devam edin-iz.

Bunaltmayınız. Bulandırmayınız.

Bir kadın sevmiyorum dediyse portakalın , orda kalın.

Kaybedin. Kaybetmiş olduğunuzu anlayın.

Her kadının gönlünde bir Zagor yaşar . Ya da bir Ali. Onun gönlündeki Zagor ya da Ali değilseniz Halim'leşmenin ya da Bekir 'leşmenin manası yok. Lüzumsuzdur. Boşunadır. Kar etmez. Irgalamaz. Faydasızdır.

İnsanın asabını bozmayın-ız.

İmza: Bir kadın.

4 Haziran 2009 Perşembe

Yaşlı, yaşlı amaaa...

Şimdi efendim benim bir Ekrem amcam var. Öz amcam değil. Amca dediysek kibarlıktan. Aslında ''dede '' demek daha uygun ama hadi neyse...

Kendisi 85 yaşlarında filan. Eşkalini tarif etmek gerekirse şöyle tarif edebiliriz : asırlık bir çınar ağacı düşünün, üzerinde yosunlar,sarmaşıklar, börtü, böcek yuva yapmış , bu ağaç da ayaklanmış hanana hunana hanana hunana diye size doğru yürüyerek geliyor. Hah işte Ekrem amca da böyle birşey.

Yaşlılara saygı duymak boynumuzun borcu tabii. Biz de napıyoruz ? Ekrem amca büroya geldiğinde kendisine saygı duyuyor, çayını , kavesini söylüyor, takriben 3-4 saat süren bayıcı muhabbetini , kolonya eşliğinde dinliyoruz. Hatta bir keresinde o konuşurken, telefonla büronun hemen yakınlarındaki eczaneyi arayıp bir eleman çağırmış ve tansiyonumu ölçtürmüştüm ama Ekrem amca bana mısın demeden mevzusuna devam etmişti. Abartmıyorum, eczaneden gelen kalfa çocuk, tıpkı Rahibe Teresa gibi bir elimi tutmuş ve kulağıma '' dayan, dayanmalısın, geçecek, inan bana, geçecek! '' diye telkinlerde bulunduğu halde bile Ekrem amca, '' yavv kızım, bu çocuk kulağına fısır fısır ne söylüyor ?'' diye bile sormamıştı.

Ama olsun, naapmalıyız ? Yaşlılara saygı duymalıyız . Neden ? Çünkü bir gün biz de yaşlanacağız, değil mi ama?

Hem öyle iltifatkar , öyle iltifatkar bir insandır ki kapıdan göründüğü an kendimi tokatlamaya, cırmıklamaya başlasam bile hiç oralı olmadan , '' kızım , ben sizi o kadar çok seviyorum, sizlere o kadar çok güveniyorum kiiii '' diye konuşa konuşa yanıma doğru ilerler, koltuğuna kurulur. İltifat dolu cümlelerine devam ettikçe '' fazla iltifat riyadandır, fazla iltifat riyadandır, fazla iltifat riyadandır '' cümlesi beynimde yankılanır, yankılanır, engel olamam, beynimi tokatlamak isterim, tokatlayamam...

Ama olsun, yaşlılara saygı duymalıyız tabi... Yalnız nedense en merak ettiği konu da benim eşimle geçinip geçinemediğim mevzusudur. Demekki fi tarihindeki askerlik hatıratlarını, ablalarını , mektep hatıralarını, Zübeyde-ül Şebin Hayratını ,Darülfünunu, Divanü Lugati't-Türk'ü , '' va veyli, vala vula da vaptır leyli vap vup'' u filan anlattığı bir gün , ben her zamanki gibi şuurumu kaybetmiş bir halde şeşibeş gözlerle onu dinler gibi ona bakarken ,bana eski eşle ilgili bir şey sordu da, ben de baygınlık halinden olsa gerek , öylesine kafamı salladıysam, kendisi beni evli sanıyor, boşandığımı bilmiyor. Bilmiyor ama yürüyen yosunlu, sarmaşıklı çınar ağacı fazla riya Ekrem amcamız, o haline bakmadan habire '' eşinle aranız nasıl?'' diye sormayı da ihmal etmiyor. Hayır yani ilahi komedya Ekrem amca, tut ki eşimle aram kötü, tut ki boşandığımı söylememişim , ne diye ikide bir eşinle aran nasıl diye soruyorsun ? Sana mı bakacaktım yani ? Sonda aletlerini mi taşıyacaktım ? Takma dişlerini su dolu bardağa mı koyacaktım ? ( Şiyir gibi oldu burası biraz )... Ne diye soruyon ? Nasıl bişi hayal ediyon bey baba , anlamıyom ki? Seninle böyle bir metamorfoz yaşamamızın pratikte ne gibi bir faydası olıcık ? Eşyanın tabiatına , doğanın kanunlarına, tabiatın anatomisine , bağırsak sisteminin fizyolojisine , Arşimet kanununa , Ebced hesabına aykırı ; dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşura, hatta Mecnun Leylasına kavuşur da biz kavuşamıyıza varıncaya kadar nerden bakarsan bak olmıcak bi durum beybaa be... Sabahtan akşama kadar dişlerimi sıka sıka kah Orson Welles' le '' I know what it is to be younggg '' ı , kah Selami Şahin'den '' seninle başım dertte , naapsam bilmıyırım 'ı söylediğimi , ne biçim kahırlandığımı nerden biliciksin... Ahh ahh! Erkek işte , 85 yaşında olsa bile , üzerini komple yosun , börtü , böcek sarmış , manda yuva yapmış çınar ağacı haline gelse bile erkek işte kardeşim ya ! Töbe estağfirullah ! Bu , boşandığımı söylememiş olduğum durum. Hayır demekki bir de söyleseydim nolurduk diye düşünüyorum...

Fakat asıl bomba bugün oldu.

Ekrem amcanın nereden bakarsanız 50-60 yıllık eşi , kalp krizi geçirmiş hastaneye kaldırılmıştı. Bir kaç haftadır hastanede yatmaktaydı.

Baktım Ekrem amca koridordan hanama humana hanama humana şeklinde yürüyerek geliyor. Sanırsınız bütün mitolojik kahramanlar, bütün bir milat, milattan öncesi, tunç devri, taş devri , dinazorlar, tarih öncesi çağlardan bilumum hayvanceyizler de '' ceeayykk ceayykk! '' diye bağırarak Ekrem amcanın peşi sıra yürüyerek size doğru geliyor. Ambiansı bu şekil efektli mefektli tasavvur ediniz lütfen.

İşte bu efektler içinde babamla koridorda Ekrem amcayı karşıladık. Onu görür görmez beni hafakanlar yine basmaya başlamıştı ama hani hafakanlar sizi bassa bile konuşmak için konuşmak zorunda olduğunuz anlar vardır ya, işte tıpkı bu nedenle , - Ekrem amca, hanımınız nasıl oldu? diye sordum. Gergedan haline gelmiş boynunu kaldıramadan gayet sakin bir şekilde, eliyle de sanki bir sineği kovar gibi '' gitti '' işareti yaparak - gitti, diye yanıtlayınca , herhalde kadın düzeldi de yazlığa filan gitti sandım, nereye gitti diye sordum.

- Öteki dünyaya , dedi.

Ama o kadar sakin, o kadar olağan birşeyden bahseder gibiydi ki anlatamam. Yahu 60 küsur senelik eşini kaybetmişsin be ! Millet köpeği ölünce yasa giriyor. Ne yası? Ekrem amca eşi öleli daha 2 gün olmasına rağmen bi davasıyla ilgili bişi sormaya gelmiş meğer.

Bi şarkı varmış ,'' sevgililer gidiyor, hayat devam ediyor '' diye . Bu da o hesap galiba.

Töbe estağfirullah !

Ben asıl bundan sonra yandım gibime geliyor. Bundan kelli ne eczacı çocuk ne de Rahibe Terasa... Hızır acil servis ambulansı büronun kapısında beni bekleyecek artık...

Napıyormuşuz? Yaşlıları seviyormuşuz. Niye ? Çünkü bir gün bizde yaşlanacağız.




Dip not; Başlıkta , bir fıkrada geçen '' cüce, cüce ama...'' sözünden esinlenilmiştir :)

2 Haziran 2009 Salı

Feylozof Asansör

Bu 60 daireli apartmanda her gün sayısız insan taşıyorum.

Doğal olarak sayısız insanla insan suretiyle karşılaşıyorum.


Mesela spora giden gençler gerim gerim gerinip, derin bir gururla aynada vücutlarını incelerken, yandan, önden, popodan, karından , yaşlı Fahrinur teyze hiç ama hiç bakmaz aynaya. Küsmüş gibi hayata. Napsın be, yüzü toprağa bakar olmuş kadının artık. Fahrinur teyze unutmuş bir zamanlar genç olduğunu, gençler de bir gün nasılsa Fahrinur teyze olacaklarının henüz değiller farkında. Yapışsan da kusursuz mu kusursuz vücuduna, vücut bu, bırakacak zaman sonra seni ruhuna.


Anneler biner çocuklarıyla... Çocuklarının elleri, ayakları, saçları kapıma sıkışmasın diye pür dikkat kesilirken, beni de alır deli bir telaşe mesela. Beni de alır bir deli telaşe dedim ya birden bire aklıma Sabahattin Ali'nin şiiri geldi. Hani var ya Nükhet'in söylediği : '' Beni sararrr melankoliii, aaaaaahh! Beni sarar melankoliii...''

Ahh bir de şu asansör fantazisi yapanlar yok mu? Ya var ya bişi bildiklerinden de değil ha! Bunlar böyle şeyleri bir yerlerde seyrediyorlar, okuyorlar, sonra da neymiş efendim ''asansör fantazisi! '' Lan benim adımı niye kötüye çıkarıyorsunuz? Mekan olarak beni seçtiniz diye sittin sene üzerime yapışan bu yalap şap, saçma sapan fantaziyle anılmak zorunda mıyım? Hayır yani neden ben? Neden merdiven altı fantazisi değil de illa asansör ? Ahlaksızlar! Kardeşim, gidin evinizde yapın ne yapacaksanız ya ! Utançtan yerin dibine giriyor, bir an evvel bu angutları oturdukları kata ulaştırmaya çalışıyorum ama stopa basıp, ara katta beni durduruyor, fantaziyi uzattıkça uzatıyor eşoleşşekler. Gözlerimi kapamaktan başka çarem kalmıyor. Hayır yani utanmayı da bi yana bırakın, bunlar beni stoplayıp ara katta durdurduklarında başka biri düğmeye basıp ,beni çağırmasın mı ! Bu sefer de bu sevişgenlerin telaşa kapılmaları yüzünden kalbim yerinden çıkacak gibi oluyor. Neyse ki şimdiye kadar yakalananına, basılanına rastlamadım, şükür! Hem idmanlı hem de temkinli eşşoleşşekler!

Bir de gözlerini birbirinden kaçırma huyu çok yaygın. Birbirlerine '' merhaba'' ya da '' iyigünler'' dememek için türlü atraksiyonlar yapıyorlar. Lan alt tarafı bir kelime : '' merhaba'' ... Bunu dile getirmenin bir insana ne gibi bir külfeti olabilir ki? Ne zaman unuttular bu lafı acaba? İlk kim ve neden unuttu?


Hele geçen gün , vücut çalışmış ve üst bedenini üçgenleştirince kafası oldukça küçük kalmış, tabiri caizse tam bir ''devekuşu '', bastı düğmeye beni çağırdı. Apartman görevlisi de peşi sıra eğile büküle bunun mini minnacık spor çantasını taşıyordu. Çünkü bu çok mühim devekuşu az önce jeepinden inmişti. O sırada elinde yemek tenceresi olan, çelimsiz, pek bir albenisi olmayan bir kadın da kapımın yanına geldi. Devekuşu ile kadınceyiz bindiler ve düğmeye bastılar. Lan o küçük kafa , bir ''merhaba'' , bir '' iyigünler '' demedi elinde tencere tutan kadınceyize iyi mi ?Ama vücut çalışmış ya, nasıl gerim gerim geriniyor bir görseniz. Beyin küçük kaldıktan sonra, omuzların Çin Seddi gibi olsa nolucak? Kadın da zavallıcık,büzüldü bir köşeme, bir an evvel gideceği kata ulaşmanın ve bu hıyardan kurtulmanın sabırsızlığıyla yandı tutuştu. Bu devekuşu daha önce indi ve inerken de ses yok, tık yok iyi mi . Yuh be!


Hani yuh be diyorum ama ben üzülüyorum böyle şeylere. Böyle kaba saba insanları elimde olsa oturdukları kata çıkartmayacağım , tuttuğum gibi enselerinden fırlatıp atacağım da elimde değil ki ! Elim yok. Her şey otomata bağlanmış, tık, tık, tık...

Ha bir de burnunu karıştırıp da tutamaçlarıma burun pisliklerini bir güzel sıvayanlar var ki... Allah sizin belanızı versin! Bunları harbiden dövesim geliyor. Beni pisletmeyi bırakın, daha sonra binen kişilerin eline bulaşınca, adam haklı olarak basıyor kalayı. E basmasın mı ? Bu küfürleri nerden öğrendim sanıyorsunuz? Tamam kalayı bassın, bassın da yalnız aramızda kalsın , sonra bir bakıyorum başka zaman da o aynını yapıyor. E sen değil miydin '' vay adiler! Ben sizin yedi sülalenizi...'' diye küfürü sallayan? Ahh Ahh! Dilim yok ki bu deyyustan bunun hesabını sorayım...

Bu otomatik çağ beni böyle ettiyse alışveriş merkezlerindeki yürüyen merdivenleri ne etmiştir kimbilir?


En çok çocukları ve yaşlı yolcularımı seviyorum. Çocuklar bıcır bıcır konuşurken, yaşlılar da üzerlerinden yaydıkları buram buram , caanım naftalin kokusuyla sükunet içinde kısa bir yolculuğa çıkıyorlar benimle. Belki de az biraz zaman sonra çıkacakları uzun yolculuğun en çok da onlar farkında. Belki de o yüzden artık daha bir suskunlar.

Ne bileyim... Çok mu düşünüyorum ne? Arkadaşlar ,'' sen çok düşünüyorsun, çok sorguluyorsun'' diyorlar, '' asansörler düşünmez'' diyorlar.

Halbuki sadece çıkarsam ,indirsem ,taşısam , işime baksam, hizmetimi yerine getirsem ..Tık tık tık... Benden beklenen ne ki bundan başka ?

31 Mayıs 2009 Pazar

Yeni trend; aşağılamak için yazmak





İnsanın yazı yazmak için kendince bir sürü sebebi olabilir. Yalnızlık, yalnızlığını paylaşmak, duygusal ve düşünsel bağ kurmak için yazmak, kendiyle ve hayatla ilgili notlar tutmak, gözlemlerini yazmak , ben de varım demek , sistemi, sistemdeki yozlaşmayı eleştirmek ve bunun gibi bir sürü sebep...

Fakat benim anlayamadığım bir durum var, o da şu ; yazarken insan aşağılamak... Hani eleştirebilirsin, irdeleyebilirsin, bazı davranış kalıplarını ironi yaparak eleştirel mahiyette anlatabilirsin. Ama bu aşağılamak da neyin nesi ?

'' Aşağılamak'' fiili yazıda nasıl gerçekleştiriliyor ? Örnek vermek gerekirse şöyle;

İlk önce bir adet saf ve cahil görülen bir insan , bir nevi kurban seçiliyor. Otobüste yanına oturan herhangi bir insan ya da evine gelen yurtta kalan öğrenci kız ya da bir fincan kahve isteyen kapı komşusu.

Şimdi bu kişilerin gülünç olabilecek bir takım hal ve hareketlerini esprili bir dille anlatmak başka, sanki sen onlardan çok üstün bir zekaya sahipmişsin gibi alay ederek ezmek, aşağılamak başka. Yurt öğrencisi bir kız evine kalmaya geldiğinde , ona iğrenç mi iğrenç davranıp, onunla kafa bulup , neredeyse bir daha evine gelmemesini sağladığını anlatmanın neresi komik ? Bu yapılanları okuduğum zaman, yazanın ne kadar kötü kalpli ve terbiyesiz biri olduğunu düşünüyorum. Bunu yazan kişi benim gözümde üstün zekaya sahip, hazır cevap biri filan olmuyor . Aklıma bir anda Chucky bebek geliyor.

Otobüste yanına oturan birinden rahatsız olduğu halde , otobüs yolculuğu boyunca onunla muhabbet edip, telefonlarını alacak kadar kankalaştığını , ama '' o salağın'' daha sonra onu salak gibi aradığını , telefonlarını açmayıp da ona bir yerlerinle güldüğünü yazmanın neresi komik? Şimdi bunu okuyunca , yazanın ne kadar ikiyüzlü, oportünist, karakter bozukluğu olan biri olduğunu düşünüyorum. Ve yine hayalimde Chucky bebeğin görüntüsü canlanıveriyor.



Niye mi Chucky? Filmin repliğinden olsa gerek ; Chuckycik , '' merhaba benim adım Chucky. Senin en iyi arkadaşın olabilir miyim?" diye insanlara yaklaşır, sonra " Orospuu çocuğu seni öldürecemmm ! '' deyip saldırırdı. Aynı bu hesap işte.


Yani insanlarla alay etmenin, insanları tabiri caizse '' donunda salladığını '' yazmanın , okurun gözünde yazanı yücelteceğini, '' ayy valla o kadar üstün zeka ki nerde bir saftirik var, nerde bir insan var donunda sallıyor '' diye düşünüleceğini mi sanıyor acaba?

Valla ben hiç öyle düşünmediğim gibi bu tarz yazılar okuduğumda , yazanı çok itici buluyorum.

Ya da poposunu koltuğa yaydığı rahat mı rahat yerden onu, bunu, şunu asıp , kesenler var. İnsanlara bağırıyor yazısında. Siz diyor , siz var ya herşeye müstehaksınız ! Siz koyunsunuz ! Siz aptalsınız filan diye yazıp yine bir şekilde insanları aşağılıyor. Bunu yaparken de kendini yüceltiyor. Bir nevi tatmin. Bir nevi de değil, bayağı bayağı tatmin. Bu tarz yazıyla bağırmaların neticesinde biz okuyanlar şöyle mi anlıyoruz sanıyor acaba ? '' Evet , evet biz koyunuz, aptalız, salağız, bize herşey müstehak. Allah bizim bin türlü belamızı versin ! Bu bize bağıran da var ya çok üstün bir kişi yavv ! ''

Böyle mi sanıyor acaba?

Oysa ki ben şahsen bu tür bağıran yazıları okuyunca , böyle bir insanın her açıdan temelsiz olduğunu, sekter yapıda olduğunu görüp, böyle birinin ne için ve kim için yazı yazdığını sorguluyorum.

Peki ne yapmaya çalışıyor bu şekil yazarak ? Noluyor? İnsanları, halkı, ezilenleri, zavallıları, düşkünleri horlayınca ne oluyor?

Horlayan güçlüden , horlayanın ne farkı kalıyor ?

Çözümün ne? Ya da sorunlara çözüm bulmak gibi bir derdin var mı ki zaten senin? Böyle bir kaygın olsa önüne gelene saldırır, Chucky'lik yapar, yaptığın Chucky'likleri de sanki bir matahmış , bir üstünlükmüş gibi ballandıra ballandıra anlatır mısın?

Anladık, senden başka herkes aptal. Bunun için mi yazıyorsun sen ?

Ne kadar budalaca bir şey bu !

Bu tarz alaycı yazıları okuyunca oldukça büyük burnuyla alay edilen Cyrano de Bergerac'ın alaycı yaklaşımlara verdiği oldukça zeki yanıtı anlatan şu replik geliyor aklıma hep ;

Soylulardan kendini beğenmiş bir soylu olan Valvert, Cyrano'yu küçük düşürmek ister. Ama ne becerikli biridir ne de kültürlü. Cyrano'yu küçük düşürmek için aklına gelen tek söz ,"Sizin burnunuz çok büyük" tür.

Valvert - Siz! Sizin burnunuz... burnunuz...çok büyük. Çok.

Cyrano de Bergerac - Hepsi bu mu?

Valvert - Evet.

Cyrano De Bergerac - Bu kadarı az delikanlı.Halbuki neler neler bulunmaz söyleyecek. Asıl iş edada. Mesela,

Hoyratça: Burnum böyle olsaydı, mösyö, mutlaka dibinden kestirirdim.

Dostça: Yana yatmaz mı,senden evvel davranıp kadehine batmaz mı?

Tarifle: Burun değil bir kere, coğrafyada böylesine dağ denir. Dağ değil bir yarımada.

Meraklı: Acaba neye yarar bu alet? Makas kutusu mudur, divit midir izah et?

Zarifane: Kuşları sevdiğiniz besbelli! Yorulmasınlar diye yavrucaklar, temelli bir tünek kurmuşsunuz.

Pür neşe: Birader, şu koskocaman burnunla tütün içince komşu "yangın var" demiyor mu? Uyarıcı: Aman yavrum, bu ağırlıkla yere düşmenden korkuyorum.

Müşfik: Yaptırın ona küçücük bir şemsiye yazın fazla güneşten rengi solmasın diye!

Alimane: Aristophanesin hippocampelephantocamelos dediği hayvanın burnu böyle değilmiş derler.

Hazin: Bir de kanarsa olur Kızıldeniz, ne bela!

Hayran: Lavantacıya ne mükemmel tabela!

Lirik: Bu bir mühre boncuğu,siz de bir Triton musunuz?

Safiyane: Bu abide hangi günler gezilir?

Askeri: Süvarilere nişan alın!

Sivri akıllı: Onu piyangoya koymaz mısınız? Kesinlikle bu büyük bir ödül olurdu.

Ve hıçkıra hıçkıra nihayet, Pyriame gibi: Böyle berbat edip de yüzünü sahibinin şimdi de utancından kızarıyor, bak hain..

..........

İnsanı aşağılayan yazıları okurken içimden başka neler geçiyor ;

Acaba bu yazıyı yazan Tanrı Zeus çok mu kısa boylu ? Safhını seçmeden, safhını bilmeden, birilerini kendinden aşağıda görerek , otobüste yanına oturan kişiyi ; evine gelen , ailesinden uzak üniversite öğrencisini ; sistemin zalim mi zalim yokediciliği karşısında sinmiş ve susmak zorunda kalmış, kaybedecek pek çok şeyi olan milyonlarca ezilmişi , salt kendini yüceltmek için aşağılayan yazılar yazarak boyunun uzadığını mı sanıyor acaba?

O gün canı yazı yazmak istemiş, içi sıkılmış, içinde her zamanki çağdaş bulanımı, bulantısı var . Naapsa, naapsa? Geçti her halde klavyenin başına , harala hurala ,oturduğu yerden dötünü kaşıya kaşıya , kıs kıs gülerek, dünyanın dötüne parmak attığını sanarak, anlık, dengesiz hezeyanlarıyla, o an canı çekti, siniri kalktı diye harala hurala yazmaya başladı. Şaka da şuka da şaka da şuka da... Fakat belli bir temel olmayınca napar insan ? Karşısına sistemi alacağına ,zavallıları alır. Bilmez ki sistemin yozlaştırdığı bir insan modeli , bir idiot haline gelip de ezilmişleri, düşkünleri, zavallıları aşağılayarak ne aydın olunur, ne devrimci, ne de insan .Şaka da şuka da şaka da şuka da...Çıka çıka şu çıkar ; '' ay gerizekaaa, kalkmış bana yamuk yapıyoo... Sen kimsin kızım,dedıım, ben var ya seni donumda sallarım dedıım...Hııh! '' Aha, netice itibariyle sayfalarca yazdığı şeylerin bütün bir özeti aslında sadece bu cümleden bundan ibaret.

Şimdi ben ,
'' kendini solcu zanneden bir faşist ; sisteme kızdığını söyleyen ama insanı aşağılayarak kendine ve sisteme hizmet eden yardakçı ; sisteme nefes aldırmaya yarayan afırayıp, tafıramalarınla sadece gaz alan sistem hizmetkarı ; belki de tüm bunların farkında bile olmayan bir budala , yozlaşmış bir insan haline gelmemek lazım, Kazım ! '' diye yazacam ama bu tip yazılar yazan bana dese dese en fazla

'' zırtt erenköy ! '' diyebilecek.

Tıpkı kedinin kuyruğuna teneke bağlayarak doyuma ulaşan bir bilinç düzeyi gibi, yazılarında zavallılarla alay etmeyi büyüklük , meziyet sanan bir bilinç seviyesine sahip olmak, insanı '' zırt erenköy'' den başka yere götüremez çünkü.

Ama işte bu sanal kahramanlarımız, afırayıp, tafırayıp, asıp kesip, aşağılayıp,maytap geçip, her bi şeylere bi yerleriyle gülmeyi tarz yapmış olsalar da sadece birer rumuzun arkasına sığınmış ve rumuzdan ibaret idiot kahramanlar olarak , o yazdıkları idiotluklarının belgesi yazılarla yarattıkları etki şudur ; Kahramanım benim be / breh breh / rumuz kahraman / ne kadar aşağılarsa o kadar bayağılaşan.

Dip not: Yukarıdaki büyük resimdeki parmak işareti dilsiz alfabesinde '' boş konuşmak '' anlamına geliyormuş.




27 Mayıs 2009 Çarşamba

'' BASİTH'' e örnek vermek gerekirse...

Perihan Mağden'in türetmiş olduğu sevdiğim kelimelerden biri de '' BASİTH '' dir.

Sayın blog bugün de bu kelimeyle yakınen müşerref oldum. Aslında olamadım çünkü maaaalesefff beni tanımıyormuşşş.... Şöyle ki ;

Bugün bir devlet dairesinde birşey bekliyordum. Zaten bir devlet dairesinde hep bir şey beklenir. Devlet daireleri adeta bir şey beklemek için inşa edilmiş binalardır. Hatta bir önceki cümledeki ''adeta'' kelimesini derhal geri alıyorum. Adeta değil, devlet daireleri bilakis , özellikle bir şey beklemek için inşaa edilmiş yerlerdir.
Nereye gidiyorsun ? Kadıköy Bekleme Adliyesine . Ya da , -nereye gidiyorsun ? Tapu Bekleme Müdürlüğü'ne gibi. ( Ve aslında ne kadar hata ettiklerinin bir gün farkına varmış olacaklar da iş işten geçmiş olacak. Çünkü kendimden de biliyorum, oralarda bekleyen insanlar , bekleye bekleye ,düşüne düşüne öyle bileniyorlar öyle bileniyorlar ki ...)

Neyse işte bir devlet dairesinde yine bir şey beklemekteyim, tam karşımda benim gibi bir şey beklemekte olan kızın biri dikkatli dikkatli bana bakıyor. O bana dikkatlice baktığı için ilgimi çekti, ben de baktım. Hayır yani , o bana dikkat kesilmese ben zaten , sadece görmek istediklerini gören, görmek istemediklerini görmeyen , algıda seçici, evinin karşısında açılan koskocaman PTT'yi bile aylar sonra farkeden uyurgezer bir tip olduğumdan onun farkına bile varmayacağım. Bir de genetik olarak , dedelerimden, atalarımdan sülalemden gelen bir huyum var ki yüzleri asla unutmam. Hani isimler çok aklımda kalmaz ama yüzleri kalır. Bu kızı da bir yerden tanıyorum. Kızın , ' ben sizi çok iyi tanıyorum '' diyen ısrarlı bakışları karşısında artık ister istemez '' sizi nerden tanıyorum ? '' diye sormak zorunda kaldım. Ve bu cümle ağzımdan çıkar , çıkmaz da farkına vardım ki bu kız bizim fakülteden bir kız. Büyük ihtimalle de bir alt sınıfta okuyordu. Ama bu arkadaş, Türkan Şoray'ı nasıl ve ne kadar çok tanıyorsa beni de aynen ve o kadar da iyi tanıdığı halde BASITH olduğu için '' alla alla, ben sizi hatırlamaayorummm '' dedi ve ısrarla beni hatırlamama gayreti içine girdi.

Yani hayatım, sen beni eşekler gibi hatırlıyon da , netice itibariyle senin gibi BASİTH biri beni hatırlasa nolcak, hatırlamasa nolcak? Allah beni kahretmesin ki suratları unutmama gibi genetiksel bir huyum var da senin suratını unutmamışım. Ya da bu huyuma yat , kalk , dua et de , ben seni hatırlamışım. Kaldı ki bu kadar BASİTH şeylerle uğraştığın için asıl ben seni kimsenin hatırladığını , hatırlamak isteyebileceğini sanmıyorum . Ya da hafızalarda kaldıysan da büyük ihtimal , '' ha , o mu ? O mokuyla kavga eden, mokuyla didişen mi ? '' şeklinde kalmış olabilirsin.


Meğerse , bana bakmasının sebebi '' ay ben sizi hatırlamaayorummm '' gibi BASİTH 'ce bir cümleyi kurmak ve böylece kendini kuşlar kadar hafif hissetmek içinmiş.

Neyse ki arkadaş bayağı bi hafiflemiş olarak, yepyeni bir konuda, yepyeni BASİTH 'likler yapmak ve mokuyla kavga etmek üzere kalabalığa karışarak ,ırayıp, gitti.

Yalnız o kadar BASİTH' ti ki aynı okuldan olduğumuzu bir cümle ile dahi olsa lakırdılamış olduğumuz halde , ayrılırken bile '' iyigünler '' demeyecek kadar BASİTH ve pisniyetini ele verir tarz bir davranışta bulunmayı da ihmal etmedi.


Ne hale gelinmiş... Yazık...

Tabi ki tahmin olunacağı üzre ben şu an çok derin acılar içerisindeyim. Zaten bu yazıyı da bu arkadaşın bendeniz cennetkuşunu tanımamış olmasından mütevellit derrin bir elem, derrin bir keder, derrin bi savruluş, yokoluş, sarsılış , debeleniş (allah ne verdiyse artık ) ve kendine olan güveni yerle yeksan eylenmiş biri olarak kaleme almış bulunmaktayım. Beni tanımadı ya, bitirdi kız beni... Beni tanımadın ya, ben ona yanıyorum ! Ahh karanlık! Ahh karanlık ! Yeter artık yeter! Kendisi bana rağmen beni tanımamış olmakla bende öyle bi teessür, öyle bi teessüf yarattı ki uuzzuunn süre toparlanacağımı , kendime gelebileceğimi sanmıyorum. Bu sebepledir ki Büyükada' da bulunan pedere ait sayfiye evimize çekilmeyi ve bundan sonraki hayatıma müzmin bir hasta olarak kapalı perdeler arkasında devam etmeyi tasavvur etmiş durumdayım.

İzninizle... Hıck !
......


Şaka bi yana , bu vatandaşın tüm bu BASİTH 'liği sonucunda ne pigme kadar olan boyu uzar ne de bu BASİTH, beni hatırlamadı diye bana bişi olur da eksilirim.

Ey fakültedaş pigme , bilir misin ki sen beni maalesef ki tanıyamadın (!) ama , ben sayende BASİTH nedir'i deneysel olarak anlama imkanını yakaladım. Hıck!

........

Lan ben iyi ki erkek olmamışım, iyi ki ! Zaten de bu tipler yüzünden kesin gay olurdum... Kesin!
La ilahe ve la kuvvet! İnna tayna kel kevser, süphaneke, ve bi hamdik, ve la çattuk !

23 Mayıs 2009 Cumartesi

Oğuz Atay /Tutunamayanlar


'' Mısra 433 ve sonrası:
Her kılında bir mızıka bulunan Deccal'ın

... Selim ne yapabilirdi? İnsanlar doğru yoldan ayrılmıştı ve ''mücazat ve mükafat '' ın gene ortaya çıkması gerekiyordu. İsa'nın ikinci gelişinin de geciktiğini görünce, birden ortaya çıktı ve insanlara şöyle buyurdu :

Ne yazık onlara ki çıkarlarına dokunulmadıkça doğru yola gitmezler ve
Allah'ın kendilerine sunacağı nimetleri bilmezler.

Ne yazık onlara ki kalpleri temiz olmadığı için herkesi kötü sanırlar ve
günahsıza ve günahkara bir fark gözetmeden kötülük ederler.

Ne yazık onlara ki duygulu çekingenliği korkaklık, samimiyeti
yaltaklanma ve yardımı bir baskı sayarlar.

Ne yazık onlara ki kendilerine açılan saf bir kalbi zaaflarından
istifade edilecek, istismar edilecek bir akılsız sayarlar.

Onların , geleceği yaratan insanlar arasında yeri yoktur.
Unutulacaklardır.

Bir gün bütün değer yargıları değişecek ve yargılananlar yargıç, eziyet edenler de suçlu sandalyesine oturacaklardır ve onlar o kadar utanacaklar, o kadar utanacaklar ki utançlarının ve suçlarının ağırlığı yüzünden ayağa kalkamayacaklardır.

O zaman , akıllı ya da akılsız bütün ezilenler, yani bizim caddedeki insanların çoğu... yargıç kürsüsünde bulunacağız.

Mahkemede, suçlu sandalyesinde , bilerek ya da işledikleri suçları bilmek zahmetine katlanacak kadar dahi düşünmediklerinden bilmeyerek, eziyet eden, hor gören, aşağılayan, ihmal eden, aldırmayan, unutan, kötüleyen, alay eden,ıstırabı paylaşamayan, insanlar arasına duvarlar çeken, küçümseyen, çaresiz bırakan, yalnız bırakan, terkeden,baskı yapan, istismar eden,ezen,cesaret kıran, iyilik etmeyen,değer vermeyen,kalbi temiz olmayan,doğruyu yanlış gösteren, yanlışı doğru gösteren, samimiyetsiz,insafsız, korkutan,yanına yaklaştırmayan, başkasının yaşama hakkına saygı duymayan ve kendinden memnun olabilmek için her davranışı meşru sayan onlar, yani bizim küçük kalabalığımızı hava sızdırmayan tabakalar halinde üst üste saran, nefes almamızı dahi engelleyen, yani mahallemizin bütün bileği kuvvetli ve içi boş küçük kabadayıları ve onların büyük ortakları, yani esasında sayıca üstün olanlar, yani her zavallıdan daima bir rütbe bir kademe bir sınıf yukarıda olanlar,yani şekilsiz hüviyetleriyle daima vuran ve kaçınabilenler,yani hem ezip hem de ezdiklerini kabul etmeyenler, yani bir mertebe aşağıdayken ezilen ve bir derece terfi edince ezenler, yani çırağını, birşeyler öğretmesine karşılık her zaman döven ve ona insan muamelesi etmeyen ustalar, muavininin başına vuran şoförler ve onlarla birlikte memurlarına dalkavukluk ettiren amirler, duygusuz amirlerle birlikte garsonlara paralarıyla orantılı olarak bağıran müşteriler ve kaba müşterilerle birlikte hakkını arayanlara yumruklarını gösteren görevliler ve yetkilerini kötüye kullanan görevlilerle birlikte bilgisizin bilgisizliğini suratına çarpan ve ondan bir kelime fazla bilen bilgiçler, yani öğrenmek isteyen herkese eziyet eden öğreticiler ve onlarla birlikte bilgisizlerin bilgisizliğine gülen onlardan daha bilgisizler ve cahillerle birlikte her değişik davranışa saldıran şekilsiz kalabalık ve kalabalıkla birlikte onlara alkış tutanlar ve onlarla birlikte her tartışmada bayağı usullerle haklıyı haksız çıkaranlar ve onlarla birlikte her savaşta kazananı tutanlar ve onlarla birlikte kimseye zararı olmayan zayıfları ezerek kuvvetli olma duygusunu tatmin edenler ve onlarla birlikte her zaman ve her yerde her sınıftan ve her ideolojiden ve her düşünceden insanlar arasında daima ön safa geçerek aslan payını kendilerine ayıranlar ve ayırır ayırmaz insanlarla aralarına aşılmaz duvarlar örenler ve böylelerine her zaman haklı çıkarıcı bahaneler sebepler yasalar kurallar sınıflamalar bulup çıkaranlar yani her zaman insanları insanlardan ayıranlar ve onları birbirlerine düşman edenler ve onlara körü körüne uyan kalabalıklar ve gerçeği boğanlar ve onlarla birlikte insanı bu koca dünyada yalnız bırakarak arkadaşlık dostluk sevgiyle uzatacakları sıcak bir elleri olmayanlar yani elsiz gözsüz akılsız kalpsiz ve kansız gerçek sakatlar yani onlar onlar onlar onlar onlar onlar... karşımıza oturacaklar.

Ve biz onlara diyeceğiz ki:
Hesaplaşma günü geldi. Şimdiye kadar yalnız din kitaplarında yargılandınız. Biz fakirler,zavallılar, yarım yamalaklar,, bu kitapları okuyup teselli olurken içinizden güldünüz. Ve çıkarınıza baktınız. Hatta gene sizlerden, sizin gibilerden, büyük düşünürler çıktı ve bu kitapların bizleri uyuşturmak için yazıldıklarını ileri sürdüler. Biz zavallılar, ya bu düşüncelerden habersiz kaldık, ya da bunları yazanları bizden sanarak alkışladık. Yani uyuttular alkışladık, uyandırıldık alkışladık. Her ne kadar bugün siz suçlu, biz yargıç sandalyesinde oturuyorsak da gene acınacak durumda olan bizleriz. Esasında , sizleri yargılamaya hiç niyetimiz yoktu; sizin dünyanızda , o dünyayı bizlerin sanıp yaşarken, hepinize hayrandık. Sizler olmadan yaşayabileceğimizi bilmiyorduk. Ayrıca, dünyada gereğinden çok acıma olduğuna ve bizim gibilerin ortadan kaldırılmamasının sizlerin insancıl duygularına bağlandığına inanmıştık. Bu çok masraflı dünyada bir de bizlere bakmanız katlanılması zor bir fedakarlıktı.Arada bir bize benzeyen biri çıkıyor ve artık yeter diyordu. Onunla birlikte bağırıyorduk: artık yeter! Bazen kazanıyorduk, bazen kaybediyorduk ve sonunda her zaman kaybediyorduk. Onlar da sizler gibi onlardı. Düzeni çok iyi kurmuştunuz. Hep bizim adımıza, bize benzemeyen insanlar çıkarıyorduk aramızdan. Kimse bizim tanımımızı yapmıyordu ki biz kimiz bilelim. Gerçi bazı adamlar çıktı bizi anlamak üzere ; ama bizi size anlattılar, bizi bize değil. Tabii sizler de bu arada boş durmadınız. Bir takım hayır kurumları yoluyla hem kendinizi tatmin ettiniz, hem de görünüşü kurtarmaya çalıştınız. Sizlere ne kadar minnettardık. Buna karşılık biz de elimizden geleni yapmaya çalıştık : kıtlık yıllarında , sizler bu dünyanın gelişmesi ve daha iyi yarınlara gitmesi için vazgeçilmez olduğunuzdan, durumu kurtarmak için açlıktan öldük; yeni bir düzen kurulduğu zaman, bu düzenin yerleşmesi için, eski düzene bağlı kütleler olarak biz tasfiye edildik ( sizler yeni düzenin kurulması için gerekliydiniz, bizse bir şey bilmiyorduk); savaşlarda bizim öldüğümüze dair o kadar çok şey söylendi ki bu konuyu daha fazla istismar etmek istemiyoruz ; bir işe, bir okula, müracaat edildiği zaman fazla yer yoksa , onlar kazansın, onlar adam olsun diye biz açıkta kaldık ; yani özetle, herkes birşeyler yapabilsin diye biz, bir şey yapmamak suretiyle, hep sizler için birşeyler yapmaya çalıştık. Bütün bunlar olurken birtakım adamlar da anlamadığımız sebeplerle anlayamadığımız davalar uğruna yalnız başlarına ölüp gittiler. Böylece bugüne kadar iyi (siz) kötü (biz) geldik. Bize,sizleri yargılamak gibi zor ve beklenmeyen bir görev ilk defa verildi; heyecanımızı mazur görün.

Aramızda hukukçu olmadığı için söz uzatılmadı, sanıkların kendilerini savunmalarına izin verilmedi. Gereği düşünüldü. Sanıkların ellerinden başarılarının alınmasına oybirliğiyle karar verildi. ''

Oğuz Atay / Tutunamayanlar/ shf 220-226

20 Mayıs 2009 Çarşamba

Papatyaların en güzeline ;


Bizler şanslı sayılan çocuklardık. Defterimiz de oldu, kalemimiz de. Şımarma hakkımız da oldu çokça ,okulu asma hakkımız da... Seç, beğen, oku okullarımız ; gani gani öğretmenlerimiz ; beğenmediğimiz öğretmenlerimizi değiştirmelerimiz; annemize babamıza okulu, öğretmeni şikayet etmelerimiz bile oldu belki de...

Ha bu da mı yetmedi, dershanelerimiz, takviye kurs hocalarımız...

Öğretmenlerimiz derslere girdiler; çünkü bir gün mutlaka makus talihlerinin güleceğini düşünüp, her günü şafak günü gibi saydıkları sürgün yerlerinden bir an önce kaçıp , kurtulmayı hayal ettikleri, unutulmuş, yoksayılmış kuş uçmaz, kervan geçmez köylerde öğretmen değildiler.

Analarımız , babalarımızsa yakılan ,yıkılan köylerin ana babaları olmadıkları için umutlarını, düşlerini, rüyalarını yitirmiş değillerdi. Kuş uçmaz, kervan geçmez köylerde ,mezralarda , bir o yandan ,bir bu yandan , nefessiz ve çaresiz kalmış da değillerdi. Can pazarı değildi bizim yaşadığımız şehirler, okullarımız da harabe. O sebeple bizleri okula göndermekte bir beis de görmediler.

Onlar, o yanan şehirlerin, köylerin, mezraların çocuklarıysa şanslı değildi bizim kadar. Döv-let unutunca ,''kardelen '' dendi onlara.

Halk arasında "garipçe", "Öksüz Ahmet", "boynu bükük" 'de denilen kardelen...

Bundan belki 70-80 yıl önce okula gitmek için ayağına çarık bulamayan ana babaların hikayeleri, bizim yaşadığımız şehirlerde devam etmiyor diye anı olarak kaldı sanılıyor.

Bize uzak olan herşey ,yok sanılıyor.

Bundan 70 yıl önce Türkiye'sinin koşulları, bize uzak , bizim şehrimize uzak binlerce köyde, kazada, mezrada aynen devam ediyor.

Herşeye verecek bir cevabı, söyleyecek hazır-yapım bir lafı olan mükemmelötesirejimin ise kardelenlere gözleri kör, kulakları kapalı.

Mükemmelötesiultraharikarejim ,sefil çocukları 100 yıldır kaderine terkediyor.

Sonra bir kaç iyi kadın ve bir kaç iyi adam yaratıyor.

Türkan Saylan , o değerli insan , nerede bir düşkün varsa elini uzattığı hayat öyküsüyle gönülden alkışlanmalı. Hatta belki utanılır da , 17 yıl boyunca kanser hastası olan bir kadının, kendi yaşamsal sorununu dahi yoksayıp , başkalarının sorunlarına kendini adamışlığı karşısında.

Bizler mutlaka alkışlarız.
Utanırız da belki çağdaş sorunlarımızdan, çağdaş bunalımlarımızdan, kendimizi hayatın merkezine koymuşluğumuzdan.

Ders olur belki kimimize 'sevgili', 'yalnızlık', 'kimse beni anlayamaz ' vs. gibi çağdaş sorunsallarımızdan kafamızı kaldırırız.

Ya da

alkışlayacak birilerini aramaktansa,

az sonra herşeyi unutacak, elinde aranjman çiçekle fön kafalı aranjman histeri nöbetleriyle ölenleri uğurlamaktansa,sebepleri sorgularız belki...
Neden su alırken bile ödediğimiz katma değerlerin okul olarak bile kardelenlere geri dönmediğini sorarız belki...

Türkan Saylan'la günah çıkartanlara ve bizi kimin, kimlerin yönettiğine bakarız belki,alkışlamaktansa.

Bu ülkenin yönetimine talip olmuşların ; görevleri, sorumlulukları, yükümlülükleri olduğu halde , 100 yıl önceki Türkiye koşullarını bu halka yaşatanların ;

savaşı kaşıyıp da ''barış'' diyen herkesi sakıncalı ilan edenlerin ; silaha milyarlarca dolar yatırıp da eğitimi ''kardelenler '' kampanyasına mecbur bırakanların ; hala daha ,tıpkı 100 yıl öncesindeki gibi okumak için bırakın öğretmeni, okulu bulmayı , çarığa muhtaç çocukları, yüce gönüllü insanların kişisel gayretlerine terkedenlerin ,

Türkan Saylan'ı alkışlamaya , Türkan Saylan'ın insanlığından nemalanmaya hakları yok.

Zira silaha, savunmaya, savaşa ayrılan milyarlarca dolardan , devede kulak olabilecek bir miktarla dahi pekala çözülebilir eğitim sorunu. Bir kaç bombardıman uçağı az alırsın mesela.

Çocukların okumaması,uyanmaması,düşünmemesi için gereken her türlü sebebi hazırlayanların ; bu sefaleti yaratanların ,çocukların eğitimi için mücadele edeni alkışlamaları ne derece inandırıcı olur? O var etmeye çabalarken, sen yok ediyorsan, görmüyorsan, yok sayıyorsan , sonra da Türkan Saylan'ı onore edici laflar edip, jestler filan yapıyorsan... Anormal değil mi bu?

Tıpkı insanlık için kendi yangınını, acısını unutmuş bir kadına çamur atabilecek kadar alçalmış bazı gazeteler ve alçaklar kadar anormal.

O'nun hayatına bak ; O , senin eserin kardelenleri ,yani en sert , en zor, en çetin koşullarda bile açan çiçekleri, yani boynu bükükleri, öksüz Ahmet'leri, garipçeleri ,sana rağmen var etmeye çalışmış bir kaç iyi kadından biri.

Sen alkışlama Türkan Saylan'ı,

sen taçlandırma.

Sen, az sonra, gömdükten az biraz sonra herşeyi unutacak histerik fön kafa, sen fötr kafa, militarist kafa,çağdaş kask kafa,sen oligarşik ,kalın çerçeve gözlüklü bön kafa, sen alkışlama.

Anlamsız oluyor zira.
..........

Binlerce insanın duasını alarak , binlerce insanın yaşamına bıraktığın anlamlı ve derin izle hoşçakal papatyaların en güzeli.

13 Mayıs 2009 Çarşamba

Bira ile kokoreç...



Arka masada sadece seslerini duyduğum yüzünü göremediğim insanlar konuşuyordu .55-60 yaşlarında bir adam sesi, yanındakilere şöyle dedi ;

- şükürler olsun ki istediğimiz herşeyi yiyebiliyoruz.

İlk başta ne güzel bir şükür diye düşündüm. Sonra da ne bencil bir şükür diye.Be adam,sen her istediğini yediğin için şükür ederken, yiyemeyenleri düşünmüyordun bile.

Tam kokoreçime büyük bir ısırık atacaktım ki bana böyle ince şeyler düşündürten bu adamın varlığı için şükür mü etmeliyim diye düşündüm. Yoksa içimden , - mok ye be adam mı demeliydim. Bilmiyorum. Çelişkide kaldım. Sonra baktım ki esas moku sanki ben yiyorum. Kokoreç.

Arkamdaki başka bir masadan sadece sesini duyduğum 30 yaşlarında bir kız, masadaki diğer kıza şöyle dedi ; - pazar günleri benim için hep sıkıcı olmuştur.
Öbürküsü de onayladı - evet benim için de.
''Ama ''diye devam etti ilk konuşan, ''sevgilisi olanlar için pazar günleri sıkıcı değildir.

İlk başta değişik bir düşünce diye düşündüm. Sonra da ne banal diye. Salt bir sevgili ile mutlu olunabileceği kurgulanan bir pazar günü.

Tam biradan koca bir yudum dikleyecektim ki bana böyle değişik şeyler düşündürten bu kızın varlığı için teşekkür mü etmeliyim diye düşündüm.Çelişki de kaldım. Sonra baktım ki esas hüznü sanki ben içiyorum. Bira.

10 Mayıs 2009 Pazar

Öykü ve Berk'in şarkı söylemediği bir memlekette yaşamak istiyorum !

Dün gece bir sevgili arkadaşla Okan Bayülgen'in Disco Kral'ını seyrederken ve Okan hariç orada cereyan eden herşeye kıl olurken ve kıl olduğumuza bile kıl olurken ,arkadaş ,'' Öykü ve Berk'in olmadığı bi ülkede yaşamak istiyorum diye bir sayfa açılmalı Facebook'ta '' dedi. Bu fikri çok tuttum zira ben ve yakın çevrem bu ikiliyi gördüğümüz her yerde bi güzel pataklamak gibi tuhaf bir ruh haline giriyoruz. Oysa bizler şiddete karşı insanlarız. Ancak bu ikiz kardeşleri, bu türküleri sözde İspanyollaştırıp da bir an evvel köşeyi dönme üzerine tasarlanmış bir kurnazlıkla beynimizi şeyeden bu yapayikizleri nerede görsem , jilet arama ihtiyacı içine giriyorum. Zaten dandiri bir türkü olan '' Evlerinin önü boyalı direk '' i daha da dandirileştirip , '' Evlerinienn önüee boyalı direkk eeeeeeyykk ekkkk ekk eee eekkkk '' diye ispanyollaştırmanın manasızlığında, durduk yere içimdeki Mister Hyde'ı hortlatıyorlar. Bunu dürtüklemeye hakları yok öyle değil mi ? E yeter ama di mi ? Bir yere kadar.

Aslında '' Şişşt sistem ,sana ne ben anneysem ! '' diye bi yazı yazmıştım. Fekat Öykü ve Berk ikizlerini izledikten sonra herşeyin çok anlamsız olduğu kanısına vardım. Öykü ve Berk'ler (hem de ikizi birden ) olduğu sürece ve onları dinleyenler olduğu sürece öyküler, şarkılar, türküler, şiirlere yazık be...

Maalesef ki ruh ikizim olmayan bu ikizleri her gördüğümde pek çok özlü sözle birlikte hayalimde hep şu görüntü peydah oluveriyor ;

Öykü ve Berk orta halli bir ailenin laik, ilke ve inkılaplı Chucky çocukları olarak her yaz Ayvalık'taki orta halli laik site yazlıklarına giderler. Orda laik yaz akşamlarında herkesten kopuk ve yalıtık takılan Berk , ağır abi bi şekilde laik ve çağdaş gitarını tıngırdatırken, hem ruh hem de cenin ikizi güzeller güzeli Öykü'ye musallat olan laik, ilke ve inkılaplı çağdaş kızlar, '' Öyküee, Öyküee, Berk'e tapıyoruzz yanee ! '' diye Öykü'ye yılışmaktadırlar. Öykü içinden hınzır hınzır gülerek bu yılışık ve (mutlaka ) ikiz-cenin abisine tapmak zorunda olan kızlarla dalgasını geçmektedir. Bilmez ki bu şapşal kızlar , bu dünyada Öykü'den daha güzel, Öykü'den daha akıllı, Öykü'den daha başarılı , daha laik , daha çağdaş bi kız ikiz daha yoktur ve Berk sonsuza kadar Öykü şarkı söylerken (h)ayran (h)ayran Öykü' ye bakacaktır.Pöhh!

Hikaye bu valla...

Jileeettt!

Şimdi minik kızım, annem ve babamla şöyle Adalar' a doğru bi uzanıcaz. Yok, Öykü ve Berk ( hem de ikizi birden ) yüzünden başka bir adaya gitmiyorum. Onlar gitsin. Annem arzu etti, '' Anneler Günüsü '' şeysi yüzünden gidiyorum. Ama asıl amacım kızımla vapur gezisi yapmak.

Öykü ve Berk ikizi rica ediyorum İspanya'da şarkı söylesin, varsa İspanyol türkülerini katletsin. Ama orada da rahat durmaz bu sefer de İspanyol şarkılarını Türkçeleştirir bunlar bak doğru ya... Tüh ! O zaman Öykü ve Berk'i uzaya gönderelim ,uzayın boşluğuna şarkılarını icra eylesinler. Bunun için derhal Nasa ile bağlantıya geçilsin. '' Uzay mekiği nasıl yapılır? '', '' malzemesi nelerdir? '' ''astronot nasıl olunur? '' , konulu kurslar, seminerler verilsin. Ya da pratik hayatta Bostancı oto sanayiinde harikalar yaratan '' ulen var ya ben istesem ,imkan verilse şu Doğan görünümlü Şahin'i uzay mekiği bile yaparım bee! '' diyen sanayi ustası Şakir abinin deneyimlerinden yararlanılsın.

Anneler Günüsü şeyim, dileğim ; Öykü ve Berk ikizinin şarkı söylemediği bir ülkede yaşamak istiyorum !

5 Mayıs 2009 Salı

'' Bach'' sın bu dünya Wolfgang abi !...

'' ...ulan istanbul! bu bana reva mıdır?
ulan o denli sevmişim, müstahak mıdır?
..ktirip gidiyorum başınızın çaresine bakın
arabesk dinleyeceğim işte!
rakı içeceğim
intihar edeceğim
kıçınıza kına yakın! '' /Küçük İskender/Ayrılığınanatomisi

.........


İster Johann Sebastian Bach dinle (bah bah,dikkatini çekerim tam adıyla yazmışım ),

ister Wolfgang Amadeus Mozart ( bah,gördün mü yine tam isim, bir tek harf yanlışlığı dahi bulamazsın, hiç boşuna uğraşma,o kadar copylemişiz, eşeği sağlam kazığa bağlamışız, pöh! ),

istersen Paul Gauguin'le gayet Post-Empresyonist takıl

ya da Picasso'yla mavi dönemden geç, pembe döneme gel, hafif sağ yap ve Kübizm'de karar kıl ,

istersen Johann Wolfgang von Goethe'nin Faust'unu ezbere bil ,

ister Irvin D. Yalom'un '' Nietzsche Ağladığında'' sını yala,süpür , sil

veya Friedrich Wilhelm Nietzsche'yi bütün bir öğrencilik hayatın boyunca kolunun altında gezdir ,

veyahut Franz Kafka'yı okudun diye başın arşa deysin... Ah ah ah Charles Bukowski'yi sakın unutim deme ,valla dayak yersin !

Filhakika Krzysztof Kieslowski'nin Üç Renk Üçlemesi: Mavi, Beyaz ve Kırmızı en baba filmin olsun

ve tabii Yönetmen Sergei Eisenstein'in ''Potemkin Zırhlısı'' nı da atlamamak lazım...

Aha bak söylüyorum, eğer bu toprakların insanıysan , ben senin dönüp dolaşıp da bir gece vakti ansızın, böyle burnun kırmızı, dilin pelte,yerde yuvarlanırken şu şarkıya eşlik etme ihtimalini sevdim ;Batsın bu dünyaa / Bitsin bu rüyaa / kula kulluk edenee / yazzıkllarr olsunnn !...

Anladın mı Johann Sebahattin Bach abi ? Ne demiş ne mutlu ( ve hep mutlu,lay lay lom, eller havaya ,ne kadar da kutlu ) Türk gençliği ? : '' kasma yanee...''

İşte Arabeskin Kübik, Post Empresyonist hali ve kısaca biz buna 'damar ' diyoruz be Wolfgang abi... ;






Devam edecek...Kimbilir, belki...Kader be...Ahh ahh!

4 Mayıs 2009 Pazartesi

Hiç-biri...

Arabayla giderken ve sımsıcak bir günün öğleden sonrası '' neden bu kadar kalın giyindim ki '' diye düşünürken, hava aniden serserilik yapmak istemiş de gökten deli yağmurlarını sağanak sağanak boşaltırken , sileceklerin yağmurla valsini izleyip müziği dinliyordum. O müziği... Arabadaki diğerlerinden kimisi kaçık çorabına canı sıkılmış,kimi ise sevgilisiyle kaçamak mesajlarla flörtleşirken; ve o ana kadar biz bir sürü şeyi paylaşmış iken veyahut da öyleymiş gibi görünüyorken hiçbiri o müziği duymadı. ''Bu şarkı kimin ?'' diye sormadı. O ana kadar ve sadece o andan sonra onları sevdim. Ha unutmadan , o anın önemi 1 kelime ; şuur... Koy bunu cebe, sakla ve hiç unutma, hep hatırla... O andan sonra da çok güldüm, çok eğlendim, şakalaştım, kederlendim ... Hatta birlikte halay da çektim.

Bütün bu hayat telaşelerine, yetişilmeye çalışılan her kaçan yere, kaçık çoraptan utanmaya , karmaşa, kir, pas, pislik ve en kötüsü çirkefliğe rağmen , bunca şeyin içinde ve ortasında kısılıp , kıstırılıp nefessiz kalmışken bile '' bu müziği'' duyacak biri, birileri lazım diye birşeyi onlara hiç demedim/ diyemedim/ diyemezdim.

Bunu öğreneli çok zaman oldu.


Nicos/ Mediterraneo/ Muwashah


Dipnot; Oysa... ; lokantalarda, restaurantlarda , sokaklarda ,orda, burda, çok çok uzaklardan gelen ya da görsen sana değecek kadar yakınından geçen o sesi , o güzel müziği çatal bıçak seslerinde yitirmeyip de uğultudan, gürültüden, kalabalıklardan çekip çıkarabilenlere; o müziği, o zamansızlıkta duyanlara ; o çok ama çok önemli '' ben ben ben'' lere kilitlenmiş aynasızlardan ; daima, sürekli, mütemadiyen, hep , her zaman kendini kendini kendini anlatanlardan ; bende seni, sende beni duymayan ve ben'inde ve o kahrolasıca merkezinin şuursuzluğunda debelenip duran sağırlardan sıyrılıp da gökyüzüne bir güvercin gibi süzülüp arşa doğru yükselirken , aşağıda kalan '' ben ben ben'' lere hoşçakal bile demeden uçmaya sevdalı olanlara şimdilik Yunanlı sanatçı Nicos'un Mediterraneo albümünden , şu 2 '' hayat öpücüğüysü '' ;

Muwashah
Elazubie

2 Mayıs 2009 Cumartesi

Mutlu bir hayat filizlenir kavganın ufuklarında /Ahmet Altan


''

... Ezilen kitleler meydanlara “bir umutla”, bir “hayalle”, bir “beklentiyle” giderler.

Çoğunluğu ordunun denetimine girmiş olan sendikaların, işçiye, emekçiye, yoksula, ezilene “bir umut” vermesi mümkün mü?

1977’de Taksim’de öldürülen yoldaşlarının katillerini aramayanların, o katillerin bugünkü uzantısı olan çetelerle kolkola girenlerin, kitleleri harekete geçirecek bir “hedefi” ortaya koymaları mümkün mü?

“Devrimciliği”, Ergenekon yandaşlığına, ordu hayranlığına indirgemiş olanların bir heyecan yaratması mümkün mü?

Devrim halkla olur.

Devrimi “orduyla” yapmak isteyenlerin “devrimci bir ateşi” yakmaları mümkün mü?

Bugün “devrimci” etiketini benimseyerek ortalarda dolaşanların çoğu eski yoldaşlarının katilleriyle çoktan anlaştılar.

“Devrimcilik, ilericilik, solculuk” diye “faili meçhullerin faillerini” koruyanlara, canileri umut olarak görenlere, darbeciliği alkışlayanlara rastlıyorsanız, “devrim” bir umut olur mu?

Devrim, böyle bir şey değil.

Devrim, cesaret ister.

Devrim, mücadele ister.

Devrim, sisteme ve o sistemin silahlı bekçilerine kafa tutmak ister.

Devrim, değiştirmek ister.

Devrim, halkına güven ister.

Devrim, halkına zulmeden gaddar darbecilerden hesap sormak ister.

Asker postallarının arasında dolaşmaz devrimci.

Ezilen türbanlı kızlara, vurulan Kürt çocuklarına, ibadethanesi kapatılan Alevilere, işkencede öldürülen solculara arkasını dönmez devrimci.

Sistemin işbirlikçisi olmaz.

Öyle o partiyle, bu partiyle uğraşmaz, bütün o partilerin arkasında duran ve adına “sistem” denilen yapının üstüne gider doğrudan.

Bir amacı olur.

Bir hedefi olur.

Halkının en özgür, en zengin, en mutlu yaşayacağı yolu açmak için uğraşır.

Halkından nefret ederek, halkını küçümseyerek, halkını horlayarak devrim mi olur, devrimcilik mi olur?

Efendilerinin postal bağlarını kendine bayrak yapanların devrimciliği, sahtekârlıktan başka bir şey değildir.

Devrim, sahtekârlarla olmaz.

Devrim, kavgayla olur.

Devrim, yürekle olur.

Devrim, değiştirir.

Ezilenlerin ezilmesini önlemektir devrimin işi.

“Dünya değişiyor” diye ağlamaz devrimci, dünyanın değişmesi sevindirir onu.

Ve bir yandan dünya değişsin diye uğraşırken bir yandan da ezilenleri “değişen dünyanın” sarsıntılarından korumak için yollar arar.

O yoldur devrimin hayali.

O yolu bulmaktır devrimin umudu.

Eşitlik ister, hakkaniyet ister, özgürlük ister.

“Bir ulusun” değil bütün ulusların hakkını savunur, ezilenlerin sadece “kendine benzeyenini” değil bütün ezilenleri kucaklar.

O marşlar boşuna yazılmadı, o marşlar boşuna söylenmedi.

Bırakın “devrimin” yerine “darbeyi” koyanları, bırakın “enternasyonalizmin” yerine “ulusalcılığı” koyanları, bırakın bir zamanlar kurbanların yanındayken şimdi katillerin yanında olanları.

Devrim, halkıyla yürür.

Devrim, dünyayla yürür.

Ve hiç unutmayın...

Mutlu bir hayat filizlenir kavganın ufuklarında.

Binler yürür o zaman, on binler, yüz binler, milyonlar yürür.

Yürür o kavganın ufuklarından.

Yeter ki o kavgayı sürdürecek yürek olsun. '' Ahmet Altan /Taraf-2.Mayıs. 2009


http://www.taraf.com.tr/makale/5316.htm


27 Nisan 2009 Pazartesi

Empatiymiş !




'' Empati'' diye bi kelime var ya hani... İşte bu ''empati '' ye hiç sempatim yok. Kelimenin bir suçu da yok aslında. Acaba bu kadar çok ağızlara sakız edilip de , bu kadar kendi kişisel çıkarları , kendini iyi insan gösterme çabaları uğruna sahtekarca kullanılan , bu kadar ucuzlatılan bir başka sözcük var mı? ( Var var, olma mı hiç ! ). O kişisel gelişim seminerlerinde, seminer boyunca '' empati, empati '' diye adamın anasını ağlatırlar da , plazalarda performans zammı verilince '' ama ama neden Selinn ? Neden ben değil ? Neden ? Neden? '' diye en yakın iş arkadaşından nefret edebilme duygusunu bi türlü empatize edemezler... Kapitalizm adama hem empati seminerleri verdirtir hem de performans zamlarıyla seni öyle vahşi vahşi , yarış yarış ,meleş meleş inletir.

Ya da insan sevgisiyle dolmuş taşmış sevgi kelebekleri , böle Elif Şafak'tan ''Aşk'' ı filan okuyup , önüne gelene tavsiye filan eder de , kitapdaki tasavvufi bilgilerden güya ermiş gözleri şaşı bakan çekirgecik ,her nasılsa hiç tanımadığı bir insanı, hiç ama hiç tanımadan başkalarının sözleriyle ,başkalarının gözleriyle yargılar filan da sorsan bi empatiktir, bi empatiktir anlatılamaz... Tasavvufu sadece buzdolabı üzerine post-it yapan bunların insan sevgileri karşısında gözyaşları içinde filan kalıverirsin... O kadar iyidir ki onlar ,o sevgi kebelekleri ; o kadar düşünceliii, o kadar hassasss, o kadar empatikk , o kadar pır pır pır lelii, pır pır pır leliii... Böhöyyk !

İğreniyorum bu ülkede kullanılan ''empati '' kelimesinden.

Ekşiye baktım, iğrene, tiksine... Bi arkadaş şöyle demiş ;

'' marquez adlı bir şair tam adını hatırlamıyorum " dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir insanın yüzünde patlayan tokadı kendi yüzünde patlamış gibi hissetmiyorsan insan değilsin" demiş ve çok net anlatmıştır empatiyi. insan olabilmek için en gerekli duygudur.

(semantik egzantrik didaktik nick, ) ''

Marguez şair değil, bu sözü söyleyip, söylemediğini de bilmiyorum ama söz çok güzel;

'' dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir insanın yüzünde patlayan tokadı kendi yüzünde patlamış gibi hissetmiyorsan insan değilsin !''

Yani senin Münevver'in babasını, ailesini anlaman ve '' e canım onlar da kızlarına sahip çıksalardı, gece sokağa çıkarmasalardı '' gibi çirkinlikten de öte bir cümleyi etmemen için, senin kızının da kafasının kesilmesi,bir gitar kutusuna konulması, bedeninin de bir bavula konulması ve tıpkı Agatha Christie' nin '' Doğu Ekspresinde Cinayet'' romanında olduğu gibi katilllerin birden çok olması; zengin bir ailenin oğlu, şoförü , hizmetlisi, zengin aile babası, anası, hepsinin elbirliğiyle vahşi hayvanlar gibi kızını parçalamaları; ve sonra da gömleklerine, ellerine, eve , neredeyse her yerlere sıçramış kanlara rağmen kızının katlinden sıyrılmaya çalışmaları gerekmekte.

Başka türlü anlamayacaksın çünkü sen bu acıyı.

Sana empati, menpati vızıltı gelir.

Sen , bu kadar korkunç bir cinayete rağmen Tv'de ana haber bültenlerinde inanılmaz bir metanetle kızının katillerinin yakalanması için acının da ötesinde bir çığlığı, insanı dağlayan ,paramparça edebilecek kadar uzun bir feryadı ta içine gömmüş o yüce ruhlu babayı nasıl anlayabilirsin ki?

Senin ruhun var mı o babanın canını hissedebilecek ?

Ne empatisi be !

Ben sana kalkıp da yok efendim kızılderililer birini yargılamadan evvel yargılayacağı kişinin makosenleriyle dolaş derlermiş filan diye ne diye anlatacağım ki ! Sanki anlayacaksın !

Aha bak Mehmet Ağar kızını kaybetti... Allah o çocuğa rahmet eylesin. Babası anladı mı acaba ? Anladı mı ciğerleri hala yanan anaları, babaları? Anlamıştır belki...

Ne empatisi, ne duygudaşlığı allasen ? Bu memlekette birinin başına gelen kötü bir olayı, diğerinin anlayabilmesi için mutlaka ama mutlaka kendi başına gelmesi gerektiği için empati, mempati işlemez buralarda... Vızıltı kalır.

Ve böyle '' mini etek giyersen, tecavüzü hakedersin '' mantığının bile daha beteri ,daha fecisi, daha berbatı bir mantıksızlıkla '' efenim, babası da gece sokağa yollamasaymışş'' diye edilen bir çirkin cümle, bütün fütursuzluğuyla böyle rahat mı rahat çıkar o ağızdan. Hem de belki de bu lafı ederken , nescafesini böyle hüüpp diye hüpletiyo bile olabilir bu lafı edebilecek insaftan yoksun karakter.

Ve belki de bu cümleyi ettikten az zaman sonra kızının doğum günü partisinde hangi hediyeyi alacağını bile eşiyle telefonda konuşabilir. Ya da oğlunun yurtdışı gezisi için bavuluna konacak giysileri düşünüyor olabilir sevgili eşi, sevgili anne...

Güzel bir kız çocuğunun , bir ana baba evladının çöplüğe atılmış bir bavuldaki parçalanmış bedenini ve böylesine bir acıyı hiç ama hiç hissetmeden... Hiç ama hiç düşünmeden...

Empatiymiş !

.............


''Yer değiştirdiğinde
ayna ile insan
gölge ile ten
ölüm ile ölüm
iz ile bırakan
daha bir anlar
bir "yer"i... '' / Reha Yünlüel

..............

Aysun Gültekin'i bu yaz Datça'da Mare Otel'de tanıma şerefine erdim. Kızımı içtenlikle severken tanıştık. Ayak üstü yaptığımız kısa gibi görünen upuzun sohbetimizde onun türküleri nasıl bu kadar içten söylediğini anlamak hiç de zor olmadı. Otele yakın bir restaurantı ailesiyle işleten bir restaurant sahibi için '' öyle mütevaziler ki biz demokrat insanlar asıl böyle insanları kayırmalı, böyle insanlardan özellikle alışveriş etmeliyiz '' dedi. Bir gece önce bahsettiği restaurantta , o deniz kıyısının oldukça mütevazi restaurantında Aysun Gültekin hepimize minik, doğaçlama bir konser verirken de Erzurumlu restaurant sahibi yanımıza gelip ,kulağımıza eğilerek '' Aysun Gültekin'i tanır mısınız ? Bütün Erzurumlular onun sesiyle uyumak ister '' demişti.

Aysun Gültekin... İdeallerinden taviz vermemiş iyi bir yürek ... Başka türlü çıkar mıydı yürekten bu olağanüstü ses ?


Münevver için;

25 Nisan 2009 Cumartesi

Şiddet ve pancar toplayan çocuk







2 Mayıs 2009 ,saat 10:00'da İstanbul Barosu Orhan Apaydın Konferans salonunda Şiddet Mağdurları için düzenlenecek bu toplantıda Hakkari'de pancar toplayan 14 yaşındaki Seyfi Turan'ın Özel Harekatçı polis tarafından silah dipçiğiyle kafatasının parçalanması olayının da kınanmasını ve bunu yapanların cezalandırılması için İstanbul Barosu'nun harekete geçmesini istiyorum.

Aksi takdirde, orada konuşan kelli felli, kalantor Prof'ların konuşmaları '' fındık ,fıstık offf / sensin fıstık offf / ahh bize lazım offf / yorgan yastıkk off ! / offff , offfff !'' şarkısından öteye geçemeyecektir.


..............


''

Aydın ve sanatçılardan tepki

Hakkari’de bir çocuğun polis tarafından dipçikle dövülmesi Taksim’de bir grup aydın ve sanatçı tarafından protesto edildi. “Her Kürt çocuk doğar”, “Ömercik, Ayşecik, Dipçik” yazılı dövizler taşıyan grup adına konuşan Ressam Murat Morova, dünyanın gözleri önünde bir çocuğun öldüresiye bir nefretle, dipçik darbeleri altında perişan edilişini izlediklerini söyledi. Daha birkaç ay öncesine kadar İsrail vahşeti karşısında insanların sokaklara aktığını belirten Morova, “Siyasetçilerin eşleri Filistinli çocuklar için ağlıyordu şimdi bu insanlar nerde” dedi. Milletvekili Ufuk Uras ise, “Bir rejim çocuklardan hırsını alıyorsa, o rejim bitmiş demektir” dedi. Sanatçılar Derya Alabora ve Cahit Berkay da olaya tepki gösterdiler.'' Taraf/ 25.04.2009

..........


Not ; http://istanbulbarosuhayvanhaklarikomisyonu.blogspot.com/

23 Nisan 2009 Perşembe

23 Nisan fotoromanı


Hayat tüm ışıltısı, parlaklığı ve hengamesiyle başlar...


O , sevimli mi sevimli , rengarenk giysileriyle her yerde ve her zaman karşına çıkacak...



Sana kendisinin ne kadar iyi kalpli biri olduğunu anlatacak...(Unutma, iyi kalpli bir insan, ne kadar iyi kalpli olduğunu asla anlatmaz ! )


Yüzünü boyayıp,


seni de kendine benzetmeye çalışacak...


Hiç farkına bile varmadan kendini bir güç savaşının içinde bulacaksın... '' Sen burdan çek ! '' diyecek,


'' Hadi, hadi daha sıkı asıl ! Sen de burdan çek ! '' diyecek...
Hiç anlamayacaksın ,ruhun bile duymayacak çünkü bu savaşın , bu güç gösterisinin sebeplerini de o belirleyecek...


Biliyorum , zor... Çok zor ! Ama sen bu oyuna katılma çocuk ! Sen bu güç gösterisinin , sen bu yarışmanın, sen bu savaşların dışında kal... Ellerini kana bulaştıracağına , sen yapayalnız bir oyunbozan ol ! Senin adın ''Barış '' olsun... Şiştt mor balonlu güzel çocuk, bayramın '' BARIŞ '' olsun.


............



21 Nisan 2009 Salı

'' ... Tanrı bize kendi dilimizde seslenir ''



Gandhi'den ;

* Adaletsiz rejimi, adaletle yıkınız. Alkışlar önüne kansız elle çıkınız.

* Bencilliğin gözü perdelidir.

* Bir insan yaptıklarının toplamıdır.

* Bir insanı, ancak gerçekten uyuyorsa uyandırmak mümkündür. Ama, eğer uyumuyor da uyku taklidi yapıyorsa, dünyanın bütün gayretlerini sarfetseniz, nafiledir.

* Bizi yokedecekler şunlardır: İlkesiz siyaset; vicdanı sollayan eğlence; çalışmadan zenginlik; bilgili ama karaktersiz insanlar; ahlâktan yoksun bir iş dünyası; insan sevgisini alt plana itmiş bilim; özveriden yoksun bir din anlayışı.

* Bu dünyada öylesi aç yaşayan insanlar var ki, Tanrı onlara ancak bir somun ekmek suretinde görünebilir.

* Dinler aynı noktada birleşen farklı yollardır. Aynı amaca ulaşacak olduktan sonra ayrı yollar seçmemizin ne önemi olabilir?

* Dünyada görmek istediğiniz değişikliğin kendisi siz olun.

* Düzenli, temiz ve şerefli olabilmek için paraya ihtiyacımız yoktur.

* Eğer gerçekten işiten kulaklara sahipsek, Tanrı bize kendi dilimizde seslenir.

* Güç, fiziki kapasiteden değil, boyun eğmeyen iradeden gelir.

* Haksızlığa sapıp bütün insanlar seni takip edeceğine, adaletle hareket edip tek başına kal daha iyi.

* Her sabah kalktığım zaman kendi kendime şöyle söz veririm: Dünya üzerinde vicdanımdan başka kimseden korkmayacağım. Kimsenin haksızlığına boyun eğmeyeceğim. Adaletsizliği adaletle yıkacağım ve mukavemet etmekte ısrar ederse onu, bütün mevcudiyetimle karşılayacağım.

* Sıkılmış yumruklarla el sıkışamazsınız.

* Söylediklerinize dikkat edin; düşüncelere dönüşür... Düşüncelerinize dikkat edin; duygularınıza dönüşür... Duygularınıza dikkat edin; davranışlarınıza dönüşür... Davranışlarınıza dikkat edin; alışkanlıklarınıza dönüşür... Alışkanlıklarınıza dikkat edin; değerlerinize dönüşür... Değerlerinize dikkat edin; karakterinize dönüşür... Karakterinize dikkat edin; kaderinize dönüşür...


* Tanrı dualarımızı bize göre değil, kendi yöntemine göre yanıtlar.


"http://tr.wikiquote.org/wiki/Mahatma_Gandhi"

20 Nisan 2009 Pazartesi

Bunu hep ettiler...

Şems'i öldürdüler.

Gandhi'yi öldürdüler.

John Lennon'u öldürdüler.

Malcom X'i öldürdüler.

Hz İsa'yı çarmıha gerdiler.

Pir Sultan Abdal'ı astılar.

Turan Dursun'u öldürdüler.

Musa Anter'i öldürdüler...

Ve Hrant'ı,

ve nice haktan yana insanı...

'' Yoksa sana yad düzen mi düzdüler
Perdelerin tel tel edip üzdüler
Tellerini sırmadan mı süzdüler
Allı da turnam telli de turnam

Sinen yarelendi mi
Yoksa ciğerlerin parelendi mi ''


Bunu hep ettiler ,hep edecekler...

Hiçbirini bırakmadılar ki eceliyle ölebilsin...

Bunun bir anlamı , bir nedeni olmalı...

Fakat katillerinin adlarını hatırlayanınız var mı?

.............
''
Mü'minler içinde Allah'a verdikleri sözde duran nice erler var. İşte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi de (şehitliği) beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde (sözlerini) değiştirmemişlerdir. AHZÂB 33/23 ''





19 Nisan 2009 Pazar

İnsan adayı çocuklara kıyağımdır / Ali Türkan

Derkenar/ Ali Türkan'ın yazısından alıntıdır.

''

İNSAN ADAYI ÇOCUKLARA KIYAĞIMDIR
......

Öğütler, akıllar, fikirler;

1 - Hedef küçült.

Tevazu her şey demek değildir ama önemlidir. Gene de, sahte tevazu ile gerçek tevazu arasındaki farkı anlaman gerek. Ortam, kendini Tanrı mertebesine yükseltmiş ve Yarı Tanrı gibi salınmalarını alçak gönüllülük olarak pazarlayan tiplerden geçilmiyor.

Şişiriyor da şişiriyorlar kendilerini. Şiştikçe, "vurmak" isteyenlerin darbelerine maruz kalıyor ve "hep bana mı be!" edebiyatı yapıyorlar.

Sen küçült hedefi. Vurmayı sevenler, kolay kolay isabet ettiremesinler. Bırak, arayan bulsun seni.

İyidir yani.

2 - Sivilcelerine alkol sürme.

3 - Başın sıkıştığında, kimlerden yardım alacağına, kimin iyiliğine izin vereceğine dikkat et. Çünkü iyilik, bir çok insan için, bir tahakküm aracıdır.

Yalnız, güçsüz, çaresizsindir meselâ. Yardımına koşar birileri. İçin ısınır. Sonra anlamadığın şeyler olmaya başlar. Daha önce zerafeti bırakmayan, "haddini bilen" o insanlar, her fırsatta abanmaya, belini bükmeye kalkarlar. O iyilikle ortadan kalkan bedelin on katını ödersin.

Fakat bu işi abartıp seni seven, samimiyetle elinden tutmak isteyen dostlarını da kırma. Gururla kibir, farklı şeylerdir (biliyoruz da söölüyoruz).

4- Bir manita cinsi var ki, onlardan uzak dur derim ama dinlemezsin, biliyorum (erkek çocuklarına kıyağımdır).

Önce eteklerinin hışırtısı gelir, ardından da bir parfüm kokusu. Sanki bir kadınlık okulu vardır da, o okula gitmişlerdir. Üstelik, öyle aman aman güzel de denemez onlara belki ama bir çekicilikleri, insanın dişlerini kamaştıran bir büyüleri vardır.

Girdikleri mekânda, erkek milletini demleyiverirler çabucak. Yedekteki manitayı kırmamak için bastırılmış, tavşan kanı kıvamında istekler çıkıveririr gün ışığına. Erkek milletinin, dudak payını sallamadan, ağzını yakmaya hazır olduğu kadınlardır bunlar. Genellikle "yavvvvrum!" şeklinde hitap edilir. Kitabı da Allah'ı da inkâr ettirirler adama.

Her erkeğin hayatındaki "işte o kadın"lardır bunlar. Ulaşamamak en iyisidir.

Ama ille çalmayacak telefonları beklemek, "ben çirkinim de ondan aramıyor" triplerine girmek, geceleri ellerin titreyerek uyanmak istiyorsan ve bir kadına uçan tekme kıvamında "girişme" isteğinin ne olduğunu öğrenmek niyetindeysen, hemen bul onlardan birini. Anan ağlar, çok acı çekersin belki ama aşkı da öğrenirsin yaşayarak.
Huzurlu bir hayat istiyorsan, sana kaçamak bakışlar atan o kıza yanaş, çoluk çocuğa karış. Pijamalarını çek, dizilerini seyret. İyi davran o kıza. Pamuklara sar. Üstüne titre. Hiç bir şeyin olmasa bile, bir sadakat sigortan, bir kışlık yorganın olur şu dâr-i dünyâ'da.

Hayat bazen, basınç verir insana. Bunalma. Felaketin sandığın şeyler, kurtuluşun bile olabilir çoğu zaman. Çıplak geldik, çıplak gideceğiz bu alemden, bunu hiç gözden kaçırma. Dibe vurmanın bile, oradan daha aşağıya gidilmeyeceği gibi bir "güzelliği" vardır.

5 - Yalnızlıktan korkma.

Zırhsız kalırsın hayatta kimi zaman. Tabanları yağla ve kaç hemen. Tüy ve inzivana çekil. Yalnızlığın en önemli "hesabı", sana zarar verebilecek insan sayısının bir'e düşmesidir. Otur, kendi kendini ye bi güzel.

6 - Tartışmaktan kaçın. İlle bir şeyden nefret edeceksen, didişmekten nefret et.

Unutma, silkeleyip de yerine hiç bir şey koyamadığın her inançta, sorumluluk sana aittir.

7 - Hem seni sevdiğini söyleyip hem de değiştirmeye çalışan insanlara, "madem beğenmiyordunuz, neden sevdiniz?" sorusunu sor. Kasma yani.

8 - Ağzın bozuk olabilir ama küfretme. Hele öfkelenince, hiç bozma ağzını.

9 - Toplumsal sınıfların varlığını, reklâmı ve modayı içselleştirmiş insanlardan uzak dur.

10 - Hayatını yasladığın kavramların, aynı kavramları kullananlarca balçıkla sıvanması, yıldırmasın seni.

11 - Zeytinyağlı baklanın içine şeker koyma. Soğanla ver tadını. Gerçi bana ne ama rakıyı da sodayla içme. İfrit olurum. Balıkla da kırmızı şarap içme. Papaz okulu mezunları "hanzo" der.

12 - Denk gelir de Haliç kıyısında bir yerlere düşersen, sabah ezanı okunurken pencereni aç. Bakarsın, bi balıkçı motorunun patpatları da karışır ezan sesine ve Süleymaniye'nin minarelerine baka baka "ben burada ne arıyorum?" sorusunun yanıtını bulursun kendiliğinden.

13 - Martılara simit, kedilere ciğer, köpeklere kemik al. Malik bilmezse, enik bilir.

14 - Krallara da berduşlara da göz hizasından bak. Onlar da turplara aşağıdan bakacak bi gün.

15 - Manzara koy.

Mazlumun yanında ol. Puşta puşt, yavşağa da yavşak demekten çekinme. (Hatta, "puşşşşt ve yauşşşak" şeklinde söylersen, daha güzel olur.) Korkma, çok çok dayak yer veya en fazla yalnız kalırsın (bak: madde 5).

16 - Kimsenin en'i, en bir şeyi olmak için gayret gösterme.

17 - Tüm bunlardan ve sana hayatın boyunca verilecek tüm öğütlerden daha önemlisinin, kimseden öğüt almamak olduğunu da unutma.

Şimdi kaybol ve hayatını yaşa. Bunu yaparken de yalnızca vicdanına hesap ver.

Ha, unutmadan yazayım: Eğer, on iki yaşında kibritle oynarken evi yakarsan, oyalanma oralarda. Sokağı tut ve birkaç ay ortalarda görünme. Kaçmaz da fena sopa yersen, "yok ben duymadım, bana kimse söylemedi" diye zırlama.

Gene unutmadan, kıçının kılları kadayıf olmuş bir takım büyüklerinin size lâf sokmasına da izin verme fazla. Dünyanın içine, düzeltelim derken biz ettik, size de bizim yediğimiz nanelerin sonuçlarına göre ayar çekmek kaldı. Suçsuzsun yani.

Daha sürer bu öğütler. Bu yüzden, toz ol en iyisi. Öptüm.''


Yazının tamamı için ; http://www.derkenar.com/yazar/aliturkan62/

..........